17 Mart 2010 Çarşamba

"Alıntıdır."

"BİR BAKIŞIM YETTİ…"
Yeni başlangıçlardan hep korkmuşumdur. Bu yüzden Alp'e o kadar ısrar ettim. Berlin'de tek başıma, ondan uzakta ne yapardım? Hâlâ bana âşıktı o zamanlar, gizli gizli evlenme hayalleri bile kuruyordu, eminim. Eşyalarını toplaması bir hafta sürdü. Küçük, gri dairemize yerleştiğimizde dünyanın en mutlu çifti biz olmuştuk. İlk kez bir erkekle birlikte yaşayacaktım. Her şey yeniydi ve yeni olan her şey gibi heyecan vericiydi: Birlikte yemek yapmak, tiyatroya, sinemaya gitmek, yürüyüşe çıkmak, metroda bira içmek, tek eşyamız olan delik deşik şiltede oturup, evi egzotik mobilyalarla döşeyeceğimizi hayal etmek… Bir de bonusu vardı bu işin: Üst katta oturan Macar asıllı tombul Eszter, taşınmamızın şerefine bizi evinde, gulaş yemeğe davet etti. Mutluluktan uçuyordum, âşıktım, Berlin harikaydı, hiçbir şey korktuğum gibi değildi, hiç yabancılık çekmiyordum. Yüzüne yerleşmiş geniş sırıtıştan, yerinde duramayıp zıp zıp zıplamasından, Alp'in de benden farklı olmadığını anlıyordum.
Yağmurlu bir günde Eszter'in kapısını çaldık ve felaketler başladı. Koca memelerini, gıdısını ve kalın kollarını ortaya çıkaran saten bir elbise giymiş Eszter. Yaşı geçkin tombullara özgü şen kahkahalarıyla bizi karşıladı. Alp'e sıkı sıkı sarıldı, memeleriyle onu boğacak diye korktum, bana gelince, beni şöyle bir süzdü ve demirden bir aksanla, neredeyse uydurma bir Almancayla çok sıska olduğumu, tıpkı evde kalmış kuzeni Agnes'e benzediğimi, bu halimle bebek filan doğuramayacağımı, doğursam bile onu emzirecek sütüm olmayacağını söyledi. Niyetim varmış gibi! Alp'e baktım, gözlerini kadının buruşuk boynundan, pörsümüş yanaklarından ayıramıyordu. İçimden gülmek geldi. Kaç yaşındaydı acaba? Çatallı, titrek sesine ve çilli ellerine bakılacak olursa, yüz filan olmalıydı.
Toza alerjim olduğundan hemen hapşırmaya başladım. Bu evin huzursuz edici, eski bir kokusu vardı. Masaya geçerken bir şey gözüme çarptı: Salonda, cilasız parkelerin üzerinde aykırı bir çağdaş sanat eseriymişçesine gömülü duran, paslı bir küvet. Alp'i dürtüp küveti işaret ettim, bana ayıplayan gözlerle baktı, sesimi çıkarmadım. Eszter tüm marifetlerini sergilemek istiyordu anlaşılan: Masayı patatesli gulaş çorbasıyla, yağlı, baharatlı soslarla, sarımsaklı yoğurda bulanmış paprikayla, salamlarla, ustaca dilimlenmiş domuz sosisleriyle donatmıştı. Alp'e şişenin tozunu silmesini ve açmasını söyledi. Ev yapımı Macar şarabı. Hafif şekerli bir tadı vardı, hemen sarhoş oldum. Belki de baharatlar ya da cızırtılı, milli marşlara benzeyen müzik başımı döndürmüştü, bilmiyorum. Eszter yemek boyunca hikâyeler anlattı. Doğduğu köy, ormanın içindeymiş. Sert rüzgârlar dindiği zaman topraktan huzur dolu, tatlı bir sıcaklık yayılırmış havaya. İnsan geceleri yıldızlara bakarken ve kurtların ağıtlarını dinlerken düşlere dalar, kendinden geçermiş. Yıldızlar, insanın üstüne yağarmış böyle zamanlarda. (Eszter 'yıldız' demekmiş zaten.) Acı kahvelerimizi içtikten sonra alerjim iyice arttı. Gözlerim yanmaya başladı, Alp'e baktım, büyülenmiş gibiydi. Alkol beni alıngan yapıyordu. Bozuldum. Gitmek için neredeyse yalvarmam gerekti. Sonunda vedalaştık. Eszter bana, fırsatını bulsa beni aç kurtların önüne atacakmış gibi baktı. Alp'in surat asması hoşuna gitmişti. Daha merdivenlerden inerken, tartışmaya başladık. Benimle kulüplere, partilere, açılışlara geliyormuş, ama ben onun için bu kadarına bile katlanamıyormuşum. Peşimden Berlin'e kadar gelmiş, oysa ben öyle bencil, öyle küstah… İlk kavgamızdı işte. Sabaha unutulmuştu bile.
Eszter'le aylarca, apartmanın içindeki selamlaşmalarımız, hal hatır sormalarımız -göz süzmeler, soğuk espriler- dışında görüşmedik, ama uğursuzluk devam etti. Alp günden güne neşesini kaybediyor, dalıp dalıp gidiyor, beni dinlemiyordu. Ona yeni tanıştığım sanatçılardan, keşfettiğim galerilerden, aklıma gelen yeni projelerden büyük bir heyecanla bahsediyordum, ama kafası dağılıyordu, beklediğim tepkileri vermiyordu bir türlü. Yalnızlıktan yakınıyordu, ama yalnızlığı kendisi yaratıyordu. Her şeyden sıkılır olmuştu. Karşımızda, Türkler'in işlettiği mezecinin ucuz sandviçlerinden, metroda onu rahatsız eden punklardan, yağmurdan, sözde esprili trafik lambalarından bıkmıştı. Bir de aksi gibi, bir türlü paramız olmuyordu. Ev döşemek çok zordu. Egzotik filan değildi, tam bir Ikea evi olmuştu ve bundan nefret ediyorduk. Rahattı, sağlamdı, temizdi, buna bir itirazım yok. Ama ben hep gösterişli, süslü bir evde oturmak istemişimdir.
Alp'in sorunu, benim çok mutlu olduğumu düşünmesiydi. O pijamalarını bile çıkarmaya üşenirken ben onu bırakıp, gece geç saatlere kadar eğleniyordum. En azından, öyle sanıyordu. Beni kıskanması hoşuma gittiğinden ona hiçbir şey anlatmaz olmuştum. Partilerde kimsenin benimle konuşmadığını anlatmıyordum, mesela. Söyledikleri şeylerin yarısını bile anlamadığım halde konuşmalarına katılmaya çalıştığımı, ama bana sırtlarını dönüp gittiklerini anlatmıyordum. Buraya ilk geldiğimizde tanıştığım ve bana çok sıcak davranan bir sürü sanatçıyla yeniden karşılaşıp duruyordum, ama beni hatırlayamıyorlardı bir türlü. Alp kulüplerde bana asılan bir sürü adam olduğunu düşünüyordu mutlaka ve ben onun genelde bir köşeye sinip gözlem yapmakla yetindiğimi, sıkıntıdan patladığımı, bütün bu eğlencelerin benim için işkenceye döndüğünü ama çıkıp gitmeyi de kendime yediremediğimi bilmesini istemiyordum. Bir keresinde, nasıl girdiğimi bile hatırlamadığım bir ev partisinde o kadar dışlanmıştım ki büfede duran çikolatalı sosun tamamını kaşıklayıp bitirmiştim. Kâsenin dibindeki hamamböceği cesedini fark etmeden önceydi bu tabii.
Alp sadece sinemaya gitmekten hoşlanırdı, Almanca dublajlı sanat filmleri garip bir biçimde eğlendiriyordu onu. Onu kırmamak için, bazen ben de eşlik ederdim. O akşam yemek yapacaktım, romantik bir yemek olacaktı bu. Sonrasında Babylon'da oynayan Szabo filmine gidecektik. Şarap almıştım, mum bile yakacaktım. Kapıyı açan olmadı. Anahtarla açıp girdim. İçerisi karanlıktı. Alp masanın başına tünemiş, yarısına kadar dolu bir bardak süte gözlerini dikmiş bakıyordu. Seslendim, bakmadı. Bir çeşit şokta olduğunu düşündüm, panikledim. Avazım çıktığı kadar bağırdığımda bana döndü ve bıkkın bir sesle, dikkatini dağıttığımı söyledi. Ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım. Üst kattan milli marşlar yükseliyor, bütün apartmanı inletiyorlardı. Dikkatini ben mi dağıtıyorum yani? Sonradan öğrendiğime göre, Alp ben yokken sık sık Eszter'in evine gidiyormuş. Eszter ona eşsiz lezzette acı kahveler yapıyormuş ve birlikte televizyon seyrediyorlarmış. O akşam, telekineziyle ilgili bir belgesel izlemişler. Eszter, Alp'in çok özel bir çocuk olduğunu, eğer isterse ve yeterince çabalarsa her şeyi yapabileceğini söylemiş. Sonra saçlarını okşamış ve bir fincan kahve vermiş.
Alp ona inanıyor. Özel olduğuna inanıyor. Erkek arkadaşım, yalnızlıktan çıldırmış bir halde, her gün saatlerce bir bardak süte bakıyor ve bardağı gerçekten de yerinden oynatabileceğini düşünüyor.
Kapısını yumrukladığım sırada Eszter belli ki uyuyordu. Şişmiş gözlerle, buruşuk bir suratla ve eskimiş bir baharat kokusuyla karşıladı beni. Üzerinde ejderha desenleri olan, ucuz naylondan, lekeli sabahlığının önünü bile kapatma gereği duymamıştı. Toz, üzerime üzerime geliyordu. Öfkelendim. Eszter'e çıkıştım. Sevgilimi böyle palavralarla zehirlemeye hakkı olmadığını söyledim. Siyah dişlerini göstererek sırıttı, erkekler pohpohlanmak isterler, dedi. Kendilerini hep özel hissetmek isterler, senin onu böyle hissettiremediğin çok açık. Sen şımartılmaya alışmışsın, şımartmayı bilemezsin. Olsun, dedi, daha çok küçüksün, öğrenirsin. Bunun üzerine tepem attı. Onu aşağıladım, yaşlı, zavallı, çirkin bir cadı olduğunu söyledim ona. Üstelik bir de kaçıktı. Kaç kişinin salonunda küvet bulunurdu ki? Hızımı alamadım. Milli marşlarına hakaret ettim. Yağlı yemeklerine, koca memelerine, Eszter'i Eszter yapan her şeye lanet okudum. Ondan bu kadar nefret ettiğimin ben bile farkında değildim, kadını tanımıyordum ne de olsa. Kuzenim Agnes'ten bahsetmiştim, dedi. Onu hatırlarsın. Ona benziyorsun. O da senin gibi kendini bilmezin, arsızın biriydi.
Eve gidip Alp'i öpücüklere boğdum, her şeyin düzeleceğini söyledim. Onu sinemaya götürdüm. Film boyunca birbirimize sarılıp şarap içtik. Yağmurda yürüdük ve sokaklarda dans ettik. Berlin, önümüzde eğiliyor, bize her şeyini vermeye hazırlanıyordu. Geç vakitte bir kulübe bile gittik, Alp üzerinde iç çamaşırları ve şeffaf, kalın naylondan bir yağmurluktan başka bir şey bulunmayan dazlak kadına ve yanındaki yeşil saçlı, takım elbiseli yakışıklıya uzun uzun baktıysa da, sadece gülümsemekle yetindi. Benden, arkadaşlarımı onunla tanıştırmamı istediğindeyse, bu gece başka kimseyi istemediğimi söyledim. Bana minnet dolu gözlerle baktı. Harikaydı.
Umut etmekle hata etmişim, ertesi haftalarda, neredeyse yılbaşına kadar, Alp benim yerime, bir zamanlar süt olan bir bakteri kabilesine bakmayı tercih etti. Her şey eskisinden de beter olmuştu. Bu sefer de baktığı mesafeyi ve bakış süresini, o sırada onu etkileyen uyarıcı faktörleri (benim sinirlenip kasten kırdığım tabaklar gibi) deri kaplı bir deftere (Eszter'in hediyesi) not almaya başlamıştı. Yıprandığımı, ufaldığımı, eriyip bittiğimi hissediyordum. O kadar zayıflamıştım ki sert bir rüzgâr estiğinde bile dengemi kaybedebiliyordum. Dizlerim eciş bücüştü, omuzlarım çıkıktı, grotesk bir oyuncağa benziyordum. Kendimi toplayabilmem için Alp'e ihtiyacım vardı. Onu buraya bunun için getirmemiş miydim zaten, ihtiyacım olduğunda yanımda olsun diye? Oysa yerlerde sürünüyordum, korktuğum her şey olmuştu, hiç arkadaşım yoktu, kimse beni hiçbir yere davet etmiyordu ve yaşlı, tombul bir kadın erkek arkadaşımı elimden almak üzereydi.
Farklı bir strateji izlemeye karar verdim: Eszter ona destek oluyor ve onu şımartıyordu, bunu ben de yapabilirdim. Yılbaşı alışverişine çıktım ve telekineziyle ilgili ne kadar kitap bulduysam hepsini satın aldım. Üstüne bir de, Carrie filminin DVD'sini hediye paketi yaptım ve yatağın altına sakladım. Ertesi gece, romantik bir yılbaşı yemeği sonrası, hediyeleri verecektim. Yalnız uyudum. Buna alışmıştım, Alp genelde masa başında, bardağına bakarken uyuyakalıyordu.
Önce, bana hediye almaya çıktığını düşündüm. Yemek hazırladım, aslında, hazır yemekleri ısıtmaktan ibaretti yaptığım. Mum yaktım, şarap açtım, mezeleri küçük Ikea tabaklarımıza yerleştirdim. Alp'in çok beğendiği, bit pazarında tesadüfen bulup aldığım kimonomu giydim. Hediyeleri masanın köşesine dizdim, keyiflendim. Alp'i beklerken bütün şarabı bitirdim elbette. Gelmedi. Bunun üzerine dışarı çıktım. Yılbaşı gecesiydi, Berlin'deydim, dışarıda bir yerlerde gidebileceğim, bana uygun bir parti bulabilirdim mutlaka.
Yağmur başladı. Üşüyordum, Alp'i özlüyordum. Cıvıl cıvıl olmasını beklerdim ama sokaklar boştu. Yürümeye devam ettim. Ayakkabımın topuğu kırıldı, zaten çok adi ayakkabılardı. Çıkarıp çıplak ayak yürümek geldi içimden, ama istesem de böyle şeyler yapacak kadar çılgın olamamıştım hiç. Ağlamaya başladım. O sırada, bir yandan birbirlerine sarılan, bir yandan da şeffaf bir yağmurluğu başlarının üzerinde dengede tutmaya çalışan eşcinsel bir çifte rastladım. Uzun boylu olan, baştan aşağıya siyah deriler içindeydi. Benim boylarımda olan ise takım elbiseliydi. Birbirlerinden farklıydılar ama birbirlerine aşık oldukları her hallerinden belliydi. Bir şekilde başarıyorlardı bu işi yürütmeyi. Onlara imrendim. Alp'le kendimi düşündüm, tüm zevklerimiz ortaktı ama sahip olduklarımızın değerini bilememiştik. Beni aralarına aldılar, yağmurluğun altında, iki erkeğin sıcaklığını hissetmek hoşuma gitti, yalnızlığım uçup gitmişti sanki. Gittikleri partiye –her neresiyse- beni de davet etmelerini diledim. Ettiler, ben de naz yapmadan, seve seve kabul ettim.
İşte yine, büfenin arkasında, en sevdiğim köşemdeydim. Kurtarıcım olan çift beni hemen unutmuştu. Loş ışıkta, plastik yılbaşı süslerinin ve japon güllerinin arasında, kendileri de birer süs gibi duran –çoğu kızıl saçlı, Fassbinder filmlerinden çıkmış gibi, abartılı jestler yapan- konukları uzun uzun inceledim. Viski içiyorlardı. Dans ederken çılgın bir pervane gibi havaya savurdukları kolları, neredeyse katılaşmış, ağırlaşmış duman tabakasını dağıtmaya yetmiyordu. Köşeme yapışıp kalmıştım, hareket edemiyordum. Eski püskü kimonomdan utanıyordum, evde kimono giymiş en az üç kız daha görmüştüm, hepsi de çok havalıydılar. Görünmez olmayı diledim, bir bakıma öyleydim de. Varlığımdan kimsenin haberi yoktu. Bütün partiler birbirine benziyordu. Tek farkla: Artık dibini göremediğim hiçbir yemeğe elimi sürmüyordum. Neredeyse bir saat boyunca, Mısırlı bir adam dışında kimse benimle konuşmadı. Siyah, uzun, yumuşacık saçları vardı, dövmemi beğenmişti. Avcuma küçük, şeker pembesi bir hap, yanağıma da ıslak bir öpücük kondurup gitti. Ev sahibi, kabarık saçlı, tütü giymiş bir kızdı. Dantel eldivenlerinin bile gizleyemediği yara izlerini –belli ki kanını akıtmaktan hoşlanıyordu– ilk bakışta fark etmiştim. Evi harikaydı, hayalimdeki evdi. Göz göze geldiğimizde el salladı. Gülüşü ışıl ışıldı. Kıskançlıktan ağlamak üzereydim, yine de, herkese gülümsemeye çalışıyordum.
Çoktan sarhoş olmuştum, ayaklarım yerden kesilmişti. Aralarına karıştım. Rastgele konuşmaya, tanışmaya, kahkahalar atmaya başladım. Bir ara Alp geldi sandım, ama gördüğüm kişi erkek bile değilmiş. Geri sayım başladı. On saniye boyunca, beni öpecek kimsenin olmamasının verdiği sıkıntıyı yaşadım. On saniye boyunca Alp'i özledim. Sonra bir şey oldu: Tütüler içindeki ev sahibesi, dudaklarıma yapıştı ve beni uzun uzun öptü, sonra gözlerini sarhoş gözlerime dikti ve mutlu yıllar, dedi. İsmi Csilla'ymış. 'Yıldız' demekmiş. Saçlarımı okşayınca, içimi heyecansız, huzurlu bir sıcaklık kapladı. Evimi beğendin mi?, diye sordu tatlılıkla. Çok tatlı olduğumu, çok mahçup bir halim olduğunu, bunun hoşuna gittiğini söyledi. Buraya taşın, beraber yaşayalım, sana çok iyi bakarım, dedi. Dediğine göre, tasarladığı oyuncaklardan epey para kazanıyormuş. Ayrıca çok iyi bir aşçıymış.
Neden bilmiyorum, oradan kaçtım. Koşarak eve gittim. Alp'in en umutsuz, en pişman, en karamsar haliyle beni beklediğini hayal ediyordum. Kimse yoktu. Paketler açılmamış, duruyordu. En azından denedim, diye düşündüm. Telesekreterin ışığı yanıp sönüyordu: Alp'in annesinden bir mesaj. Çocuk yapın, diyordu. Ve onu çok sevin! Onu sevmekten asla vazgeçmeyin! Ve ağlamaklı, sarhoş bir sesle, fısıldar gibi devam ediyordu, sana istediğin sevgiyi, ilgiyi hiçbir zaman veremedim oğlum, ne olur beni affet. İkinizi de öpüyorum, mutlu yıllar. Ve arkasından, hiç kesilmeyecekmiş gibi duran hıçkırıklar geldi. Birden dank etti. Üst kata çıktım ve kapıyı yumrukladım. Bağırıp çağırdım ama sesim milli marşı bastıramadı. Kapıda asılı melek biçiminde yılbaşı süsünü yere fırlattım, parçalandı. Tam umudu kesip kapının önünde devrilecekken, marş bitti. Ayak seslerini duydum. Eszter kapıyı açtı, çıplaktı. Memeleri, ondan ayrı birer canlı gibiydiler, beni öldürmek istiyorlardı. Üzerinden sular damlıyordu. Ağzı, aksanı gibi çarpıktı. Gözleri şehvetten koyulaşmış, simsiyah olmuştu. Ağzımı bile açmama fırsat vermeden, Agnes, dedi, kurtların ulumasına benzer bir sesle, kuzenim Agnes delirip kendini ormandaki kuyuya attı. Onu oradan çıkarmak için üç yetişkin avcı üç gün üç gece uğraştı… Kapı yüzüme kapanırken, Alp'i gördüm. Küvette, bebekler gibi uyuyordu.
Eşyalarımı toplamak için eve döndüm. Bir bakışım yetti, bakterilerle kaplanmış bardak, yere düştü ve paramparça oldu. Bavulumu alıp çıkarken, kendi kendime gülümsedim, artık yeni başlangıçlardan korkmuyordum.

Hiç yorum yok: