25 Şubat 2010 Perşembe

sesim geliyor mu?

Hulusi: Yavrucum otobüs seni evinden mi alacak?
Isil: 11'de biniyorum da.
Hulusi: Haaa. öyle desene. gittigidiyor.com oldun tüm gün.!!

Eau de Toilette

Yarın martini içeceğiz!
Bardakları hazırla.
İçine bir yeşil zeytin at ve kanepenin üzerine otur.
Cd çalara bir Chet Baker cdsi koymalısın.
My funny Valentine çalsın arka fonda.
Sen ve ben!
Eski günlerdeki gibi oturalım yan yana.
Bir kaç kadehten sonra yavşasın suratlar, yavşasın geçmiş.
Pelte gibi olur şişenin dibine gelince.
Ya kavga ederiz ya da deli gibi sevişiriz. Bir kaç gün yeter seni tanımama!

burcucum?

boş zamanlarında kilo alan degil kilo almadıgı zamanları boş zaman sayan bi insanım.

İsviçreli Bilim Adamları

Küçücük bir odanın içinde birbirinin yüzüne bakarak kıyametini bekleyen iki insanız biz. Ne kollarımızı dolayabiliyoruz birbirimize, ne de dudaklarımız kavuşuyor. Yapayalnızız birbirimizin yanında. Hüsrana uğradı ruhumuz. Kalplerimiz de kedilerin önünde! Ciğer sandı kediler onu. Ciğerlerimiz beş para etmediğinden ancak kalplerimizi sunabildik onlara.

gibi!

anne dırdırı gibi.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Sad sad sad.

Neden bana azıcık ilgi gösteren herkesin iyi niyetlerini sömürmekte bu kadar ustayım ben? Neden herkese sevgilimmiş gibi tripler atıyorum hakkım olmadan?
Bu kadar süzük bir kalbim ve acınacak kadar kötü durumda bir maneviyatım oldugu için bir alkış bana.

after a long time, sweet home!

Kardeşim telefonda çok cazüp bi teklif yaptı. sanırım gece 12 arabasıyla uzun zamandır gitmedigim, anılarımla çürümeye terk ettigim şehre gitmek üzereyim.
heyecanlı bekleyiş!

The Fortune Teller

Bir facebook applicationu olarak fortune teller, allah gibi bir şeydir. herbirşeyi anında bilir. şaka olmalıdır heralde. ilk başta sadece bana böyle yanılıyorum falan sandım. ama facebooktan msnden bi sürü arkadasım da benimle aynı fikirdeymiş. şu an dumurları oynuyoruz!

hepimiz!

Visumantrag

Çok yorucu bir sabahtı. Götümden bir şişe kan aldılar. Ne oldu bilmiyorum. bekliycem şim 4-8 hafta arası. Heyecan dorukta. gerçek bak

23 Şubat 2010 Salı

Ich bin ja so aufgeregt!

Stres küpüyüm. sabahın köründe ayaklanıcam.
uyumalıyım.
meli malı!

Küss

Öpüşmek çok zevkli bence. İki dudak çok lezzetli bence.

gibi!

istanbul kanatlarımın altında gibi!

I am very Competetive!

Yarışma programlarına katılan insanlara kendilerini tanıttırıyorlar ya ilk başta. Bence bu insanlar yıllarca bunun için yaşamışlar.
-Merhaba. 12 Nisan 1980 yılında İstanbulda doğdum. Üniversite mezunuyum. Bi bok olamadım. Çırpınıyorum. Ailem bu mutsuzluğuma daha fazla tahammül edemeyip beni bu yarışmaya girmem için zorladılar. Zoraki gülümsüyorum. Aslında bedbaht bir haldeyim. Yarışmacı arkadaşlara başarılar, çünkü ihtiyaçları olucak! ha ha ha!

bir uyuşturucu olarak 404

Müzmin bir uyuşturucu kullancısı olarak (uyuturucu tanımım 404 uhu.yanlı anlaşılmasın) bağımlılığımı asgariye indirmeye çalışıyordum. Ne olduysa herşey bugün tekerrür etti. Malum vize görüşmesi için doldurduğum dilekçeye fotoğrafımı yapıştırmam gerekiyordu. Oysa evde uhu yoktu. Gittim. Geri geldiğimde elimde bir değil iki değil tam üç adet 404 tutuyordum. Oysa ki bana lazım olan iki damlaydı!
Gerisini avucuma boşaltıp koklamaya, diğer parmağımla avucumun içindeki uhuyu büzüştürmeye, sümük kıvamına getirmeye başladım.

Ben iflah olmaz bir uhu müptelasıyım. Evet!

Boğazda bir yudum rakı

Çok da güzel olurdu. İstanbulu çok özledim. 4 sene olmuş gitmeyeli, İstanbula.
4 sene önce bir rock n coke günüydü. Şen şakraktık. Çocuktuk.

gibi!

uçamayan bir süperman gibi.

Küçük Prens Orçun

Küçükken babamın beni nasıl dövdüğünden söz açılmış, acıtasyonun dibine vurulmuştu. Dedi ki, yılbaşında içtik babamla karşılıklı. Sonra babama dedim; utanmadın mı el kadar çocuğu dövmeye? Bi gün ben seni dövsem sen mi utanırsın ben mi?
O günden sonra babam benim krallıgımı tanıdı. Kendisi hala kral ama beni de ağır prens yaptı. Eflak ve Boğdan'ı verdi direkt!

gibi!

sakızdan balonla dünya turuna çıkmak gibi.

Elif Safak: Uzaktan Sevmek

Uzaktan sevmek
22.02.2010 09:38
Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi.Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.
"Seni uzaktan seviyorum...." diye düşündü erkek içinden. "Yaklaşmadan, anlatmadan, anlaşılmadan.... Ben seni beklentisiz seviyorum. Hiçbir şey ummadan, talepte bulunmadan, hayal bile kurmadan. Kendi içimde taşıdığım sessiz sedasız bir sır bu. Ben belki de senden çok bu sırrı seviyorum."Sırrın senden bile güzel çünkü, senden bile özel. Sırrın bir billur kadeh, kırılmasın diye yüreğimde taşıyorum. Sırrın nazenin bir mum alevi, sırf yanmaya devam etsin diye karanlığı gündüze yeğliyorum. Kimse bilmiyor, bilmesi de gerekmiyor. Hem kim ne anlar? Ateş bu, hep düştüğü yeri yakar. Bense ne bir şeyleri değiştirmek peşindeyim, ne bir yere varmak. Ne sahip olmak derdindeyim, ne kendimi kanıtlamak. Her şey olduğu gibi kalsın istiyorum. Ben hep bir sıfır mağlup olayım; sen hep uzak bir hayalden ibaret. Sen olduğun gibi kal. Ulaşılmaz. Dokunulmaz. Koklanılmaz. Ben olduğum gibi. Dünya olduğu gibi. Merkez Efendi'nin dediği gibi, "her şey zaten dengede ve ahenkte, canım efendim. Her şey zaten merkezinde."Ben senin ismini tarçın kokulu akide şekeri gibi tutuyorum ağzımda, damağımda, ruhumda. Kaygılarını biliyorum, yalnızlıklarını, kırgınlıklarını ve hırslarını da. Kalbinin ritmini duyuyorum; yanında olmasam, elini tutmasam da. Ruhunun en çirkef, suretinin en çirkin, zihninin en çiğ hallerini biliyorum; hiçbirini gözlerimle görmemiş olsam da. Ne bir mükafat verdin bana ne bir ceza. Ama cennetini de biliyorum, cehennemini de.Seni olduğun gibi sevdim, tüm günahların ve arızalarınla. Uzaktan sevmenin en güzel yanı bu zaten. Kimseyi değiştirmeye kalkmıyorsun. Her şeyi olduğu gibi kabulleniyorsun. Aynı gökkubbenin altında yaşadığımızı bilmek yetiyor bana. Başımızı kaldırdığımızda gördüğümüz sema aynı, yıldızlar aynı, dolunay aynı. Bunu bilmek yetiyor bana. Umurumda değil ki nerede uyuyorsun, kimin yanında.Bacağında şarapnel parçasıyla yaşayan bir asker gibiyim. Etimde yabancı bir madde, kemiğimde bir metal parçası gibi duruyor aşkın bende. Başkası duysa korkar, "aman" der. "Nasıl olur? Böyle de yaşanır mı?" Halbuki ben alıştım. Rahatsız etmiyor beni, onu anladım. Şarapnel ve ben, gül gibi geçiniyoruz, yanyana ama karışmadan birbirimize.
*
"Seni uzaktan seviyorum...." diye geçirdi kadın içinden ve başını çevirdi. Bakmadı bile ondan yana. Bakması gerekmedi.Ne güzel uzaktan sevmenin rahatlığı, hafifliği, beklentisizliği. Herkesin habire birbirinin hayatı hakkında konuştuğu bu dünyada "biz" diye bir şey olmayınca, hakkımızda konuşacak bir şey de bulamıyorlar ya, ne güzel. Özgürlük işte!Sen özgürsün. Dilediğin zaman gidersin aklının estiği yöne. Tutsaksın bir o kadar. Mecbursun kendi sorumluluklarına, alışkanlıklarına, hayatına. Yapışmışsın kabuğuna. Hayalimdeki sen gerçek senden daha özgür aslında. Görsen, hayalimdeki seni kıskanırsın.Seni sevdiğimi söylememekteki ısrarım bu yüzden. Her şey böyle daha duru, daha güzel. Söylesem büyü bozulur. Zaman ağırlaşır, zaman hantallaşır. Doğallık kaybolur, konuşmalar yapaylaşır. Söylesem dünya durur, bir daha hiçbir şey aynı olmaz. Sen değişirsin. Bir başka hal gelir üzerine. Bir beklenti, bir istek, bir kıvanç, gizliden gizliye bir kibir siner bakışlarına. "Aşıklar kibirli olur" demiş şair. Sevdiklerini fethedilmiş bir kale gibi görmeye kalkarlar. Bense hayat boyu susmaya razıyım, o kibiri gözlerinde görmektense."Böyle adamaYaklaşmaz hiçbir güzellikDoğduğu günden beri kalbinde bir delik,Almak için bütün sızıları içine."Oğuz Atay tanısa, seni anlatmak için söylerdi bunları. Bütün sızıları içine çeken adamsın çünkü. Bir de beni almanı istemem o delik kalbine.
*
Uzaktan sevmek daha güzeldir bazen. Ne incitir, ne acıtır. Ne yaralar ne kanatır. Gözlerinle görmediğin ama sesini duyduğun, varlığıyla huzur bulduğun bir denizin yakınında yürümek gibidir böyle sevmek..... Uzaktan sevmek en güzelidir bazen.

Vodoo People

Sanırım en hassas olduum konulardan biri, yaşadığım evin bana ait olmaması ve birinin üzerine yük olmam. Bir lanet var üzerimde tam 2 sene oldu. Ankara'dan İzmire döndüğümden beri ailemin yanında yaşıyordum ve en büyük kavgalarımızı annemle bu konuda yapıyorduk. Ne zaman bana sen benim düzeni bozuyorsun dese, cinlerim tepemde taarruza geçiyordum ve kavganın sonunda boğazım yırtılıncaya kadar bağırıp çağırıp ağlamaya başlıyordum. Sonunda başka br ülkeye bambaşka bir hayata kaçtım, arkamda sevgimi, ailemi, hatıralarımı, arkadaşlarımı bırakıp. Öyle kaçtım ki ne bir evim vardı ne de kendime ait bir odam. Tam 4 ayda 7 ev değiştirdim. Sonuncusunda tüm ev bana ait gibiydi ama bu sefer ben aidiyet duygumu kaybetmiştim. Ne bir odaya, ne bir sevgiliye ne de bir hayata sahip olamama duygusu bütün ruhumu sarmış gibi.
aman sıkıldım.
yazmıycam.

22 Şubat 2010 Pazartesi

gibi!

kaynar suda yüzmek gibi

sen cok yasa emi

Hulusi:
izmirdeyken benim askerligi yap yavrucum bea
Isil:
aa bi de o var
Hulusi:
2-3 hafta yapsan yine ii
Isil:
hsduasıdha8dyasd

garip işler polisi

uzun süreli vize basvuru sürecinden korkup ordan burdan kagıtlarımı, adliyeden sabıka kaydı almak için hasta hasta yatagımdan kalktım sabahın köründe. bir akmaya başlasa hayat çok güzel olacak burnum ve başağrımla birlikte sırasıyla muhtarlık, fotograf stüdyosu, nüfus memurlugu ve adliye şeklinde bir güzergahım vardı. günler sürer sandıgım işlemlerin adliyeye kadar olan kısmını 1 saatte atlatınca gözüm döndü. bir de yok efendim türkiye cumhuriyetinde bürokrasi cok yavasmıs zartmıs zurtmus. ulan almanyada hizmet sektörü yok. gercekten. telefonunuza "guthaben" almak için 2 saat kuyrukta bekliyebilirsiniz, bu mümkündür.
neise efenim, adliyeye vardıgımda saat 11i ceyrek geciyor civarındaydı. 45 dakika içinde o kagıdı elime almamın mümküniyatı yoktu. (mehmet haytaogluna sevgiler) 2 tane pencere var adliye binasının dışında. sağ pencereden başvuru yapıyorsun, soldan da başvuru cevabını alıyorsun. ama bunun için önce beyaz kulübeden nüfus cüzdanının fotokopisini cektirmeli ve dilekçe almalısın. beyaz kulübede kimse yoktu. tam 20 dakika bekledim ben orda diğer silah arkadaslarımla beraber. sonra viicdanlı bir polis memuru içeriden de fotokopi cektirebilecegimizi söyleyince ben koştum. road runner oldum ben. neise efendim fotokopimi cektirdim ama ya dilekçe? kısa boylu beyaz kulübe görevlisi ulvi görevinin başına döndüğünde saatlerimiz 12ye ceyrek kalayı gösteriyordu. korkmuştum. kan bürümüştü gözlerimi.
apar topar sağ pencereye gittim. önümdeki çift belgelerini verip makbuzlarını aldılar. peki ya ben? istemiyorum öğleden sonraya kalıp bu belgeleri teslim edebilmeyi. istemiyorum yarın da buraya gelmeyi. derken sıra bana geldi. 2 kıytırık kagıdı 5 türk lirası ile görevli hanıma teslim ettim. o ise bana karşılıgında 50 tane dosya verdi.
50 adet dosya verdi bana.

bunu neden yaptın diye sordum. "al bu dosyalarrı 1. kata çık. ayşegül hanımı gör. dosyaları ona teslim et ama karşılığında kendi sabıka kaydını almayı unutma!" dedi bana. Ağlayabilirdim o an. bunu yapablirdim. sevinçten gözlerim doldu benim.
ayşegül hanım mahkeme duvarı gibi yüzü ile sabıka kaydımın olmadıgını teyit ettiginde saatlerimiz tam 12yi gösteriyordu.

mutluluktan tırtıl oldum. kelebek oldum. tekrar tırtıl oldum.
ohbeya

Büyük düşünür Orcun dedi ki:

düşüncelerinize dikkat edin, davranışınız olurlar... davranışlarınıza dikkat edin, alışkanlıklarınız olurlar... alışkanlıklarınıza dikkat edin, karakteriniz olurlar ve... karakterinize dikkat edin, kaderiniz olurlar...

21 Şubat 2010 Pazar

türk insanın dijital ciftlik sevgisi

"BUYUK TAVUK KUMESi. HERKESDEN ONCE iLK SiZDE OLSUN"
facebookda böyle bir fan page var. bu sitenin 350.000 üyesi var.
acı değil mi?

hello turkey!

günes ne güzelsin!

20 Şubat 2010 Cumartesi

yes!

I guess, yarin türkiyedeyim! gunesi ozledim.
twitter cok eglenceliymis. yanarim yanarim onsuz gecen gunlerime yanarim.

fikrim geldi

erkegin salagi hic cekilmiyor hocam.

In her shoes

cameran diaz ne hos hatundur yahu.
toni collette ise resmen bizim perihan savas.

i carry your heart with me (i carry it in my heart)

i am never without it

(anywhere i go you go, my dear; and whatever is done

by only me is your doing, my darling)

i fear

no fate (for you are my fate, my sweet) i want

no world (for beautiful you are my world, my true)

and it's you are whatever a moon has always meant

and whatever a sun will always sing is you

here is the deepest secret nobody knows

(here is the root of the root and the bud of the bud

and the sky of the sky of a tree called life; which grows

higher than soul can hope or mind can hide)

and this is the wonder that's keeping the stars apart

i carry your heart (i carry it in my heart)

19 Şubat 2010 Cuma

Bunu istiyorum

designed by Alexander Mcqueen

God! I know you are a musician!

joan jett

social media is a postmodern evil construction

http://twitter.com/isilyilmaz

The Imaginarium of Doctor Parnassus

Wait and see!

Rehab

bilenin, her bir kelâmı tende cânı İNCİDİR, bilmeyenin, her bir kelâmı tende canı İNCİTİR..

Stendhal Syndrome

ilk gündeme geliş tarihi 1817 ve isimlendiriliş tarihi 1979 seneleridir. grazielle magherini diye bir italyan vermiştir bu sendroma bu ismi.
aşırı güzellik/görkem/yücelik karşısında kendinden geçme/bayılma, halini tasfir eder. birbinden alakasız gözükse de, kant'ın güzellik anlayışından tasavuffa kadar birçok konuda referans olarak verilebilir.

19 şubat 2010 ankara depremi

4.1
yikmamistir da sallamistir.
ben de yikilmadim ama sarsildim.
demek ki ben ankarayim.

18 Şubat 2010 Perşembe

Noodle

Agir geldi biraz. yine de yummy!"!!!!

en cok da

cilek kokulu
cikolata soslu
hayallerimin arkasindan
agliyorum.
bazenleri!

Laya Project

Ya Allah

Memlekette Alamanci Burada Yabanci

1960larin basinda imzalanan is gücü anlasmasi ile apar topar toplandilar evlerinden. Bir cogu hayatinda büyük sehir görmeden yabanci bir ülkeye gönderilmenin saskinligini yasiyordu. Hayvan pazarindan kurbanlik secer gibi secildiler. Dislerine, saclarina kadar tarandilar.

Tarlalarinda irgat iken Munih, Berlin gibi büyük metropellere geldiklerinde isci oldular! En pis islerin bulunmaz ustalariydi onlar. Yerin dibinden maden kazdilar, Tanrilariyla konuslarina firsat verilmeden cehenneme yollandilar. Saskinliklarini atlatmalarina izin verilmedi. Gastarbeiter etiketi yakalarinda Heim`larin tek odali sogugunda birbirlerine sokuldular. Kültürlerine sarildilar. Kimisi hayatinda ilk defa gördü kadinin sacinin acik olabilecegini. Oysa ki onun evinde, onun gözünde yalnizca "kötü kadinlar" bas örtüsü takmadan gezerdi.
Yanindaki "gavur"un kolundan cekti kadini. Gözleri ac, dili lal! Namuslari köyünde, bir mektuba hasret, onlar gurbette bir sicak yemege, bir gülüse...

Zamanin akmada üstüne yok. Zaman en büyük düsman, en azili katil! Teker teker yola cikti cocuklari, esleri simdi. Simdi hepsi trende, kamyon arkasinda, otobüste! Büyük kavusma günü. Büyük heyecan! Hasret yaninda meze! Sevinc kisa sürer kavusmadan sonra, kavusmanin sevinci paranin gözüne batar! Para hirslidir dört koldan sarar. Öyle oldu. Babalar annelerle öpüsünce büyü bozuldu. "Mark" unutuldugunu sandi. Baba panik oldu. Anneyi kenara itip "Mark"a sarildi. Anne ortak dilden konusabilmek icin bunca yildir görmedigi kocasi ile, "Mark"i gögsüne basti.

Cocuklar yapayalniz. Yalnizliklarini sevdi. Yalnizliklarinda kayboldu cogu. Cocuklar evde Türk, sokakta Alman olmanin agirligini kaldiramadi. Kücücük bedenleri, izole olmus anne, baba ve Marka bas kaldirdi. Türk olduklari icin duyduklari eziklik ve dislanmislik görselde isyana dönüstü. Demir burunlu ayakkabilar, siyah ve beyaz kontrastli garip kiyafetler isyanlarinin sesi oldu.

Zamanin akmada üstüne yok. Zaman zehrini arada kalmisa akitir, bir kurban buldu mu digerlerine dönüp bakmaz. Büyüyor alamancilarin cocuklari. Bir cogunun torunu oldu. Torunlar Türk-Alman. Mark öldü. Mektubu aramaz oldu evdekiler. Sabit ücretten sinirsiz telefon konusmalari, görüntülü sohbet hos geldi.

Cekilen acilar, tozlu cantalarda kitli! Kimse istemiyor kilidini acmak!

Coucou. Tu veux voir ma bite?

kagit geliyooorr!
türkiyeyeee gidiyoruummm!

vahdet-i vücud nedir diye sordular!

ibn arabi,vahded-i vücudu söyle açıklamıştır:

"merkezde ilahi zat vardır.o aynı zamanda sırların sırrı, bilinmezlerin bilinmezidir.sonra ehadiyyet gelir, bu birliğin ilkesidir; ardından vahidiyyet gelir, bu da çokluk içindeki birliktir.sonra allah'ın adları ve nitelikleri gelir. "ol" der ve murat ettiğinin modeli yaratılır.sonraki daire bizim gibi varlıklardır.varlık, insanın çıkması gereken açık arınma alanıdır,yani insanın kendisini aşması.bu gizli olmamadır.bilmek, gerçeğin içinde durabilmedir.hakikat burada varlığın açılmasıdır.varlığın içi vehim, dışı hayaldir.varlık, kendinden olursa varlıktır.bir başkasına muhtaç olan varlık hayalden başka ne olabilir? yani biz sanırız ki, bu alem kendi başına buyruk, kendi kendine oluşmuş bir gerçektir, mutlak gerçekten hariç bir varlıktır.oysa hiç de böyle değildir.bilelim ki biz de bir hayaliz, algıladığımız her bir şey ve ben "bu değilim " dediğimiz her bir nesne de bir hayaldir.allah, ancak karşıtlıklar bir araya getirilince bilinir. o,hem öncesizdir hem de sonrasız.o dış olarak beliren içtir,iç olarak beliren dıştır,öncesizliğiyle sonrasızdır.o'nu o'ndan başka kimse göremez ve o'nun kendisine perdeli olduğu kimse de yoktur.o, kendi kendine izhar eden zahir'dir.o, kendi kendine perde kılan batıl'dır.dış,"ben" dediğinde,iç bunu yalanlar.iç, "ben" dediğinde,dış bunu yalanlar ve bu her karşı çift için aynıdır.her durumda konuşan, bir'dir ve o'nu dinleyenin de aynıdır.bu,elçi'nin ve benliklerinin onlara anlattıkları sözüne dayanmaktadır. apaçık olarak, burada benlik, hem konuşan ve hem de konuştuğunu işiten ve söylediğini bilendir.bunda, farklı yönlere bürünmesine rağmen, hak birdir. hiç kimsenin bunu bilmemesine imkan yoktur çünkü herkes, hakk'ın bir sureti olması bakımından bundan haberdardır."

virgina kurtulusu

THE MARK ON THE WALL



Perhaps it was the middle of January in the present that I first looked
up and saw the mark on the wall. In order to fix a date it is necessary
to remember what one saw. So now I think of the fire; the steady film of
yellow light upon the page of my book; the three chrysanthemums in the
round glass bowl on the mantelpiece. Yes, it must have been the winter
time, and we had just finished our tea, for I remember that I was smoking
a cigarette when I looked up and saw the mark on the wall for the first
time. I looked up through the smoke of my cigarette and my eye lodged for
a moment upon the burning coals, and that old fancy of the crimson flag
flapping from the castle tower came into my mind, and I thought of the
cavalcade of red knights riding up the side of the black rock. Rather to
my relief the sight of the mark interrupted the fancy, for it is an old
fancy, an automatic fancy, made as a child perhaps. The mark was a small
round mark, black upon the white wall, about six or seven inches above
the mantelpiece.

How readily our thoughts swarm upon a new object, lifting it a little
way, as ants carry a blade of straw so feverishly, and then leave it. . .
If that mark was made by a nail, it can't have been for a picture, it
must have been for a miniature--the miniature of a lady with white
powdered curls, powder-dusted cheeks, and lips like red carnations. A
fraud of course, for the people who had this house before us would have
chosen pictures in that way--an old picture for an old room. That is the
sort of people they were--very interesting people, and I think of them so
often, in such queer places, because one will never see them again, never
know what happened next. They wanted to leave this house because they
wanted to change their style of furniture, so he said, and he was in
process of saying that in his opinion art should have ideas behind it
when we were torn asunder, as one is torn from the old lady about to pour
out tea and the young man about to hit the tennis ball in the back garden
of the suburban villa as one rushes past in the train.

But as for that mark, I'm not sure about it; I don't believe it was made
by a nail after all; it's too big, too round, for that. I might get up,
but if I got up and looked at it, ten to one I shouldn't be able to say
for certain; because once a thing's done, no one ever knows how it
happened. Oh! dear me, the mystery of life; The inaccuracy of thought!
The ignorance of humanity! To show how very little control of our
possessions we have--what an accidental affair this living is after all
our civilization--let me just count over a few of the things lost in one
lifetime, beginning, for that seems always the most mysterious of
losses--what cat would gnaw, what rat would nibble--three pale blue
canisters of book-binding tools? Then there were the bird cages, the iron
hoops, the steel skates, the Queen Anne coal-scuttle, the bagatelle
board, the hand organ--all gone, and jewels, too. Opals and emeralds,
they lie about the roots of turnips. What a scraping paring affair it is
to be sure! The wonder is that I've any clothes on my back, that I sit
surrounded by solid furniture at this moment. Why, if one wants to
compare life to anything, one must liken it to being blown through the
Tube at fifty miles an hour--landing at the other end without a single
hairpin in one's hair! Shot out at the feet of God entirely naked!
Tumbling head over heels in the asphodel meadows like brown paper parcels
pitched down a shoot in the post office! With one's hair flying back like
the tail of a race-horse. Yes, that seems to express the rapidity of
life, the perpetual waste and repair; all so casual, all so haphazard. . .

But after life. The slow pulling down of thick green stalks so that the
cup of the flower, as it turns over, deluges one with purple and red
light. Why, after all, should one not be born there as one is born here,
helpless, speechless, unable to focus one's eyesight, groping at the
roots of the grass, at the toes of the Giants? As for saying which are
trees, and which are men and women, or whether there are such things,
that one won't be in a condition to do for fifty years or so. There will
be nothing but spaces of light and dark, intersected by thick stalks, and
rather higher up perhaps, rose-shaped blots of an indistinct colour--dim
pinks and blues--which will, as time goes on, become more definite,
become--I don't know what. . .

And yet that mark on the wall is not a hole at all. It may even be caused
by some round black substance, such as a small rose leaf, left over from
the summer, and I, not being a very vigilant housekeeper--look at the
dust on the mantelpiece, for example, the dust which, so they say, buried
Troy three times over, only fragments of pots utterly refusing
annihilation, as one can believe.

The tree outside the window taps very gently on the pane. . . I want to
think quietly, calmly, spaciously, never to be interrupted, never to have
to rise from my chair, to slip easily from one thing to another, without
any sense of hostility, or obstacle. I want to sink deeper and deeper,
away from the surface, with its hard separate facts. To steady myself,
let me catch hold of the first idea that passes. . . Shakespeare. . .
Well, he will do as well as another. A man who sat himself solidly in an
arm-chair, and looked into the fire, so--A shower of ideas fell
perpetually from some very high Heaven down through his mind. He leant
his forehead on his hand, and people, looking in through the open
door,--for this scene is supposed to take place on a summer's
evening--But how dull this is, this historical fiction! It doesn't
interest me at all. I wish I could hit upon a pleasant track of thought,
a track indirectly reflecting credit upon myself, for those are the
pleasantest thoughts, and very frequent even in the minds of modest
mouse-coloured people, who believe genuinely that they dislike to hear
their own praises. They are not thoughts directly praising oneself; that
is the beauty of them; they are thoughts like this:

"And then I came into the room. They were discussing botany. I said how
I'd seen a flower growing on a dust heap on the site of an old house in
Kingsway. The seed, I said, must have been sown in the reign of Charles
the First. What flowers grew in the reign of Charles the First?" I
asked--(but, I don't remember the answer). Tall flowers with purple
tassels to them perhaps. And so it goes on. All the time I'm dressing up
the figure of myself in my own mind, lovingly, stealthily, not openly
adoring it, for if I did that, I should catch myself out, and stretch my
hand at once for a book in self-protection. Indeed, it is curious how
instinctively one protects the image of oneself from idolatry or any
other handling that could make it ridiculous, or too unlike the original
to be believed in any longer. Or is it not so very curious after all? It
is a matter of great importance. Suppose the looking glass smashes, the
image disappears, and the romantic figure with the green of forest depths
all about it is there no longer, but only that shell of a person which is
seen by other people--what an airless, shallow, bald, prominent world it
becomes! A world not to be lived in. As we face each other in omnibuses
and underground railways we are looking into the mirror that accounts for
the vagueness, the gleam of glassiness, in our eyes. And the novelists in
future will realize more and more the importance of these reflections,
for of course there is not one reflection but an almost infinite number;
those are the depths they will explore, those the phantoms they will
pursue, leaving the description of reality more and more out of their
stories, taking a knowledge of it for granted, as the Greeks did and
Shakespeare perhaps--but these generalizations are very worthless. The
military sound of the word is enough. It recalls leading articles,
cabinet ministers--a whole class of things indeed which as a child one
thought the thing itself, the standard thing, the real thing, from which
one could not depart save at the risk of nameless damnation.
Generalizations bring back somehow Sunday in London, Sunday afternoon
walks, Sunday luncheons, and also ways of speaking of the dead, clothes,
and habits--like the habit of sitting all together in one room until a
certain hour, although nobody liked it. There was a rule for everything.
The rule for tablecloths at that particular period was that they should
be made of tapestry with little yellow compartments marked upon them,
such as you may see in photographs of the carpets in the corridors of the
royal palaces. Tablecloths of a different kind were not real tablecloths.
How shocking, and yet how wonderful it was to discover that these real
things, Sunday luncheons, Sunday walks, country houses, and tablecloths
were not entirely real, were indeed half phantoms, and the damnation
which visited the disbeliever in them was only a sense of illegitimate
freedom. What now takes the place of those things I wonder, those real
standard things? Men perhaps, should you be a woman; the masculine point
of view which governs our lives, which sets the standard, which
establishes Whitaker's Table of Precedency, which has become, I suppose,
since the war half a phantom to many men and women, which soon--one may
hope, will be laughed into the dustbin where the phantoms go, the
mahogany sideboards and the Landseer prints, Gods and Devils, Hell and so
forth, leaving us all with an intoxicating sense of illegitimate
freedom--if freedom exists. . .

In certain lights that mark on the wall seems actually to project from
the wall. Nor is it entirely circular. I cannot be sure, but it seems to
cast a perceptible shadow, suggesting that if I ran my finger down that
strip of the wall it would, at a certain point, mount and descend a small
tumulus, a smooth tumulus like those barrows on the South Downs which
are, they say, either tombs or camps. Of the two I should prefer them to
be tombs, desiring melancholy like most English people, and finding it
natural at the end of a walk to think of the bones stretched beneath the
turf. . . There must be some book about it. Some antiquary must have dug
up those bones and given them a name. . . What sort of a man is an
antiquary, I wonder? Retired Colonels for the most part, I daresay,
leading parties of aged labourers to the top here, examining clods of
earth and stone, and getting into correspondence with the neighbouring
clergy, which, being opened at breakfast time, gives them a feeling of
importance, and the comparison of arrow-heads necessitates cross-country
journeys to the county towns, an agreeable necessity both to them and to
their elderly wives, who wish to make plum jam or to clean out the study,
and have every reason for keeping that great question of the camp or the
tomb in perpetual suspension, while the Colonel himself feels agreeably
philosophic in accumulating evidence on both sides of the question. It is
true that he does finally incline to believe in the camp; and, being
opposed, indites a pamphlet which he is about to read at the quarterly
meeting of the local society when a stroke lays him low, and his last
conscious thoughts are not of wife or child, but of the camp and that
arrowhead there, which is now in the case at the local museum, together
with the foot of a Chinese murderess, a handful of Elizabethan nails, a
great many Tudor clay pipes, a piece of Roman pottery, and the wine-glass
that Nelson drank out of--proving I really don't know what.

No, no, nothing is proved, nothing is known. And if I were to get up at
this very moment and ascertain that the mark on the wall is really--what
shall we say?--the head of a gigantic old nail, driven in two hundred
years ago, which has now, owing to the patient attrition of many
generations of housemaids, revealed its head above the coat of paint, and
is taking its first view of modern life in the sight of a white-walled
fire-lit room, what should I gain?--Knowledge? Matter for further
speculation? I can think sitting still as well as standing up. And what
is knowledge? What are our learned men save the descendants of witches
and hermits who crouched in caves and in woods brewing herbs,
interrogating shrew-mice and writing down the language of the stars? And
the less we honour them as our superstitions dwindle and our respect for
beauty and health of mind increases. . . Yes, one could imagine a very
pleasant world. A quiet, spacious world, with the flowers so red and blue
in the open fields. A world without professors or specialists or
house-keepers with the profiles of policemen, a world which one could
slice with one's thought as a fish slices the water with his fin, grazing
the stems of the water-lilies, hanging suspended over nests of white sea
eggs. . . How peaceful it is drown here, rooted in the centre of the world
and gazing up through the grey waters, with their sudden gleams of light,
and their reflections--if it were not for Whitaker's Almanack--if it were
not for the Table of Precedency!

I must jump up and see for myself what that mark on the wall really is--a
nail, a rose-leaf, a crack in the wood?

Here is nature once more at her old game of self-preservation. This train
of thought, she perceives, is threatening mere waste of energy, even some
collision with reality, for who will ever be able to lift a finger
against Whitaker's Table of Precedency? The Archbishop of Canterbury is
followed by the Lord High Chancellor; the Lord High Chancellor is
followed by the Archbishop of York. Everybody follows somebody, such is
the philosophy of Whitaker; and the great thing is to know who follows
whom. Whitaker knows, and let that, so Nature counsels, comfort you,
instead of enraging you; and if you can't be comforted, if you must
shatter this hour of peace, think of the mark on the wall.

I understand Nature's game--her prompting to take action as a way of
ending any thought that threatens to excite or to pain. Hence, I suppose,
comes our slight contempt for men of action--men, we assume, who don't
think. Still, there's no harm in putting a full stop to one's
disagreeable thoughts by looking at a mark on the wall.

Indeed, now that I have fixed my eyes upon it, I feel that I have grasped
a plank in the sea; I feel a satisfying sense of reality which at once
turns the two Archbishops and the Lord High Chancellor to the shadows of
shades. Here is something definite, something real. Thus, waking from a
midnight dream of horror, one hastily turns on the light and lies
quiescent, worshipping the chest of drawers, worshipping solidity,
worshipping reality, worshipping the impersonal world which is a proof of
some existence other than ours. That is what one wants to be sure of. . .
Wood is a pleasant thing to think about. It comes from a tree; and trees
grow, and we don't know how they grow. For years and years they grow,
without paying any attention to us, in meadows, in forests, and by the
side of rivers--all things one likes to think about. The cows swish their
tails beneath them on hot afternoons; they paint rivers so green that
when a moorhen dives one expects to see its feathers all green when it
comes up again. I like to think of the fish balanced against the stream
like flags blown out; and of water-beetles slowly raiding domes of mud
upon the bed of the river. I like to think of the tree itself:--first the
close dry sensation of being wood; then the grinding of the storm; then
the slow, delicious ooze of sap. I like to think of it, too, on winter's
nights standing in the empty field with all leaves close-furled, nothing
tender exposed to the iron bullets of the moon, a naked mast upon an
earth that goes tumbling, tumbling, all night long. The song of birds
must sound very loud and strange in June; and how cold the feet of
insects must feel upon it, as they make laborious progresses up the
creases of the bark, or sun themselves upon the thin green awning of the
leaves, and look straight in front of them with diamond-cut red eyes. . .
One by one the fibres snap beneath the immense cold pressure of the
earth, then the last storm comes and, falling, the highest branches drive
deep into the ground again. Even so, life isn't done with; there are a
million patient, watchful lives still for a tree, all over the world, in
bedrooms, in ships, on the pavement, lining rooms, where men and women
sit after tea, smoking cigarettes. It is full of peaceful thoughts, happy
thoughts, this tree. I should like to take each one separately--but
something is getting in the way. . . Where was I? What has it all been
about? A tree? A river? The Downs? Whitaker's Almanack? The fields of
asphodel? I can't remember a thing. Everything's moving, falling,
slipping, vanishing. . . There is a vast upheaval of matter. Someone is
standing over me and saying--

"I'm going out to buy a newspaper."

"Yes?"

"Though it's no good buying newspapers. . . Nothing ever happens. Curse
this war; God damn this war! . . . All the same, I don't see why we should
have a snail on our wall."

Ah, the mark on the wall! It was a snail.

alintidir.

"bana jess derdi, çünkü şahinlere takılan gözbağına bu ad verilir.
onun şahini bendim. koluna asılır, yemeğimi avcundan yerdim. burnumun keskin ve zalim, gözlerimin ise deli olduğunu söylerdi. bana yumuşak davrandığı takdirde onu parçalayacağıma inandığını da söylerdi.
geceleri dışarı çıkacak olursa beni karyolamıza zincirle bağlardı. uzunca bir zincirdi bu, gerektiğinde oturağı kullanabiliyordum, pencerenin önünde dikilip gece geç gelen baykuşları bekleyebiliyordum. baykuşların sesine bayılırım. av peşine düştüklerinde kanatlarını birden yaymalarına bayılırım. sonra dalıverirler ve acı çeken bir aşık gibi ulurlar.
birlikte ata binmeye gittiğimizde de kullanırdı zinciri. onunki kadar güçlü bir atım vardı. atımı arkadan kırbaçlar, ağaçların arasında dört nala gitmesini sağlardı. bizi yarım baş geriden izler, ikide bir zinciri çekerek eğlenip eğlenmediğimi sorardı.
en hoşuna giden şey, seviştiğimizde beni üstüne almak, sırtımın girintisini sıkı sıkı tutmaktı. titreyen mum ışığında gözlerini oymayayım diye beni üstüne almak zorunda kaldığını söylerdi.
ben onun dediği şeylerden hiçbiri değildim, ama zamanla oldum.
bir gece, haziran ayındaydı sanıyorum, kolundan uçtum, karaciğerini gövdesinden oyup aldım, kemirerek zincirimi kopardım, onu yatağın üstünde gözü açık bıraktım.
gözlerinde şaşkınlık ifadesi vardı, neden bilmem. aşığına nasıl görünüyorsa öyledir insan."

The Lunatics who are more popular than me

1641 Isaac Newton - bipolar disorder, depression, schizoid symptoms, paranoia
1709 Samuel Johnson - obsessive-compulsive disorder, Tourette's syndrome
1731 Henry Cavendish - autism
1757 William Blake – bipolar disorder, hallucinations
1759 Robert Burns - anxiety disorder
1770 Ludwig van Beethoven - bipolar disorder
1777 Heinrich von Kleist - shot self in suicide pact
1788 Lord Byron - bipolar disorder
1795 John Keats – bipolar disorder
1805 Hans Christian Andersen - bipolar disorder
1809 Charles Darwin – panic disorder, agoraphobia
1809 Abraham Lincoln – depression
1809 Edgar Allan Poe - depression, paranoia, alcoholism
1809 Alfred Tennyson - anxiety disorder
1810 Robert Schumann - bipolar disorder
1812 Charles Dickens – depression, bipolar disorder
1816 Charlotte Bronte - anxiety disorder, depression
1820 Florence Nightingale – bipolar disorder, hallucinations
1821 Charles Baudelaire - bipolar disorder
1828 Leo Tolstoy - depression
1844 Ludwig Boltzmann - bipolar disorder
1845 Georg Cantor - bipolar disorder
1849 Johan Strindberg - depression
1853 Van Gogh – schizophrenia, bipolar disorder
1856 Nikola Tesla - possible obsessive-compulsive disorder
1863 Edvard Munch – bipolar disorder
1872 Calvin Coolidge - depression
1874 Winston Churchill – depression
1877 Herman Hesse – bipolar disorder
1882 Virginia Woolf - bipolar disorder, psychosis
1883 Franz Kafka – anorexia, obsessive-compulsive personality
1884 Sara Teasdale - bipolar disorder
1885 Sigrid Hjertén - schizophrenia, modernist painter who died of a botched lobotomy
1888 Eugene O'Neill - depression
1890 Vaslav Nijinsky – schizophrenia
1895 Anna Freud - anorexia
1896 Antonin Artaud - schizophrenia
1896 F. Scott Fitzgerald - depression, alcoholism
1897 William Faulkner - bipolar disorder
1899 Ernest Hemingway – depression
1900 Zelda Fitzgerald - schizophrenia
1901 André Malraux - Tourette syndrome
1902 John Steinbeck - anxiety, depression
1903 Mark Rothko - depression
1905 Howard Hughes - obsessive-compulsive disorder
1906 Samuel Beckett - depression
1906 Kurt Gödel - paranoid delusions, died of self-starvation
1911 Tennessee Williams - depression
1913 Frances Farmer - paranoid schizophrenia
1913 Vivien Leigh - bipolar disorder
1922 Jack Kerouac - schizophrenia
1928 John Nash - schizophrenia
1928 Anne Sexton - bipolar disorder, anorexia
1930 Buzz Aldrin – depression, alcoholism
1932 Sylvia Plath – depression, bipolar disorder
1941 Lionel Aldridge - paranoid schizophrenia
1944 Ray Davies - bipolar disorder
1946 Syd Barrett - schizophrenia, bipolar disorder
1946 Tom Harrell - paranoid schizophrenia
1947 Elton John – bulimia
1948 Nick Drake – depression, committed suicide
1950 Karen Carpenter – anorexia
1953 Kim Basinger - agoraphobia, social phobia
1961 Princess Diana – bulimia
1966 Jeff Buckley - bipolar disorder
1967 Kurt Cobain - bipolar disorder
1969 Elliott Smith - depression, alcoholism

Harut ve Marut

Hârut ( هاروت ) ile Mârut ( ماروت ), Kur'ân-ı Kerîm'de Bakara sûresinin 102. âyetinde adlan zikredilen iki kişi. Kur'ân-ı Kerîm'de ayrıntısıyla tanıtılmadığı için Hârut ile Mârut hakkında kesin ve net bilgilerden yoksunuz. Bu konuda birbirini tutmayan çeşitli rivâyetler ve yorumlar vardır. Ancak Hz. Süleyman döneminde Bâbil'de yaşayan ve insanlara sihir öğreten iki kişi oldukları konusunda İslâm âlimlerinin çoğunluğu, görüş birliğindedir. Hârut ve Mârut'un kimler olduğu konusunda ortaya çıkan ihtilâfın çeşitli nedenleri vardır. Birincisi, bu iki kişinin insan mı, melek mi yoksa şeytan mı olduğu tartışmalı bir yöndür. Bu noktadan dört ayrı görüş ileri sürülmektedir:

a) Cebrâil ile Mikâil'dir.

b) İki kabîledir.

c) Cebrâil ve Mikâil dışında iki melektir.

d) İki insandır.

Bu konuda ayrıntıya girmeden önce Kur'ân-ı Kerîm'deki söz konusu âyete bakalım;

Bakara Sûresinin geniş bir bölümünde Yahudilerden söz eden âyetler onların ne kadar inatçı bir kavim olduğunu, hak söz karşısında kalplerinin ne derece katılaştığını anlattıktan sonra yüz ikinci âyetinde onların Hz. Süleyman dönemine değiniyor:

"... Ve onlar Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman asla küfretmedi (kâfir olmadı). Sadece şeytanlar küf rettiler. Onlar insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe -Hârut ile Mârut indirilenleri öğretiyorlardı. Bu iki melek ise; 'Biz, ancak fitneyiz, sakın küfretme' demedikçe kimseye sihir namına bir şey öğretmezlerdi. Onlardan koca ile karısını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki bunlar, Allah'ın izni olmadıkça o sihirle kimseye zarar verici değillerdi. Onlarsa kendilerine zarar verip fayda vermeyen Şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun onlar sihri satın alan kimse için âhirette hiçbir nasip olmayacağını biliyorlardı. Ne fena bir şey karşılığında nefislerini sattılar. Şayet bilmiş olsalardı" (a).

Konu, Yahudiler ya da Hz. Süleyman olmamasına rağmen; dönemin genel durumu bilinmeden Hârut ve Mârut tam mânâsıyla anlaşılamaz. Hz. Süleyman, öyle bir yetkiyle donatılmıştı ki Allah tarafından sadece insanlar değil bütün hayvanlar ve cinleri de egemenliği altına almış ve güçlü bir hükümdarlık elde etmişti. Allah'ın ona verdiği bu üstünlük sebebiyle ona karşı olanlar, "Süleyman'ın sihir yaptığını, işlerini sihirle yürüttüğünü" ortaya attılar. Ayrıca toplumda sihirbazlar türedi ve sihir ilimleri gelişti. Sihirbazlar, daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiasında bulundular. Hz. Süleyman'a verilen gücün mucize olduğunu anlamayıp, bunu sihirle açıklayan topluma Allah, sihirle mucizenin aynı şey olmadığını göstermek için kendilerine sihir öğretmek üzere Hârut ve Mârut'u görevlendirdi.

Bu kısa ön açıklamadan sonra Hârut ve Mârut hakkında ortaya atılan görüşleri ele alabiliriz.

Hârut ile Mârut'un kimliği: Âyette onlardan "melekeyn" şeklinde bahsedilmektedir. Kelimenin Arapça telâffuzunu "melekeyn (iki melek)" şeklinde okuyanlara göre Hârut ile Mârut, iki melektir. Bâzı alimlerin görüşüne uyarak kelime, "melikeyn" şeklinde okunursa, o takdirde iki padişah veya yetkili iki kişi anlamı çıkar. Âyetin okunuşunda meşhur olan kırâat, "melekeyn" şeklindedir ve onların iki melek olduğu konusundaki görüş, daha olasıdır. Kelimeyi "melikeyn" olarak anlayanlar ise, kendilerine göre delil getirmektedirler.

Onlara (kelimeyi "melikeyn" olarak anlayanlara) göre sihir, "küfür" olarak tanımlandığına göre meleklerin sihir öğretmesi mümkün değildir. Bir diğer görüşleri de Allah'ın melekleri yeryüzüne insan sûretinde indirdiği, buna göre Hârut ile Mârut, melek dâhi olmuş olsalar, onların insan şeklinde yaşayıp sihir öğretmeleri gerekmektedir. Onlarla ilişki içinde olan insanlar da onlara birer melek değil; insan olarak yaklaşmaktadırlar. Bu durumda da onların melek olduklarını söylemeye gerek yoktur. Bu iki görüşün ilki, yâni onların melek olduğu, şu nedenlerden dolayı daha kuvvetli görüştür:

Âyetin okunuşunda meşhur kırâat, melekten'dir. Diğer yönden Allah, melekleri insan şeklinde indirir. Nitekim Cebrâil, Peygamberimiz'e Dıhyetü'l-Kelbi'nin görünümünde insan şeklinde gelirdi. Sihrin küfür olduğu, bu nedenle de meleklerin sihirle uğraşmayacaklarına gelince, sihirle uğraşan ve bunu kötüye kullanan topluma, kötüye kullanılmayan sihri öğretmek üzere iki melek görevlendirilmiştir. Diğer yönden sihirle insanları yoldan çıkarmaya çalışan sihirbazlara karşı onları korumak için, sihirbazların kendi yöntemleriyle karşı çıkabilsinler diye sihir öğreten iki melek gönderildi. Bunlar, varsayımdır; ancak meleklerin sihirle uğraşmalarının küfür olmadığını izâh içindir. Çünkü sihrin zararından sakınmak için sihir öğrenmek ve öğretmek küfür değildir.

Hârut ile Mârut, sihir öğrenmek için kendilerine gelenlere; "Biz, ancak bir imtihan vesilesiyiz (fitneyiz). Sakın küfretme!" demedikçe hiçbir kimseye sihir öğretmiyorlardı. Bu noktada da iki görüş var. Birincisi, âyeti doğrudan doğruya anlayanlara göre melekler, insanlara küfretmemeleri şartıyla sihir öğretiyorlardı. Buna karşı çıkanlar ise; "O iki meleğe indirilen şey, sihir değil; şeriat, din ve hayra davettir" demekte ve şöyle eklemektedirler: "Onlar, hiç kimseye bunu öğretmiyorlar, aksine en şiddetli biçimde insanları bundan nehyediyorlardı."

Diğer bir nokta da "Onlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğrendiler" cümlesinin yorumunda farklılıklar vardır.

Bir kısım İslâm alimine göre âyetteki "karı ile kocayı ayıran" şey, sihri öğrenmek ve yapmaktır. Karı-kocadan herhangi biri, sihre bulaştığı anda kâfir olacağı için nikâh kendiliğinden düşer. Yani buradaki ayrılık, hukûkî bir durumdur ve dinen zorunludur. Diğer görüşe göre ise bu ayırma, karı koca arasındaki sevgiyi yok edecek türde bir sihir çeşididir. O kişiler, sihri kötü yönde kullanarak toplumda bozgunculuk çıkardılar. Hattâ bunda o derece ileri gittiler ki karı kocayı birbirinden ayıracak yollar geliştirdiler.[1]

Bakara Sûresi'nin 102. ayetinde Hârut ile Mârut'un öğretip bazı insanların da onlardan öğrendikleri nesne, müfessirlerce “sihir” şeklinde tefsir edilir. M. Esed'e göre ise sihir diye bir şey yoktur, burada öğrendikleri nesne, “karı ile koca arasında huzursuzluğun hangi yolla çıkarılacağıdır”. Aynı konuda Felak Sûresi'nin tefsirinde Zemahşeri, M. Abduh ve Reşid Rıza'ya dayanarak sihrin gerçekliğini reddeder ve “Açıkça akıl dışı bulunmalarına rağmen, müminin bu tür uygulamalardan Allah'a sığınmasının emredilmesinin sebebi, –Zemahşeri'ye göre– bu tür meşguliyetlerin günah oluşunda ve bununla uğraşanlar için zihinsel bir tehlike taşımasında yatmaktadır”. Nas Sûresi'nde sözü edilen cinler hakkında şöyle der: “Yukarıdaki bağlamda terim, muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile eğri arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçleştiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir. Ancak Kurân'ın son sûresinin bu son ayeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah'a sığınmamız emr edilen ‘görünmez güçler'in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve batıl değerlerden kaynaklanan şeytanî eğilimler olduğu sonucuna varırız”. Bakara 14 ayetindeki “şeytanlar”ı, “Ama şeytani dürtüleriyle baş başa kaldıklarında ‘Aslında biz sizin yanınızdayız, onlarla sadece eğleniyoruz' derler.” diyerek “şeytanî dürtüler” şeklinde açıklar. Fakat ayet, muhatapların “dürtüler” değil de “şeytanlar” olduğunu tasrih ettiğinden, buradaki yorum boşlukta kalmaktadır.[2]

Eski bazı kaynaklarda, Hıristiyan ve Yahudi kaynakları da referans gösterilerek Bâbil'in düşmüş melekleri olarak da adlandırılırlar. Efsaneye göre melekler, insanların işledikleri günahları görünce kınarlar. Allah, "Siz onların yerinde olsanız aynısını yapardınız." der ve meleklerden en iyilerinden ikisi, Hârut ve Mârut seçilerek Bâbil şehrine yargıç olarak gönderilir.[3]

Bu konuda daha başka efsane ve İsrailiyyât türünden görüşler de vardır ve tefsir kitaplarına kadar girmiştir. Ancak burada onlara değinmek saf İslâmî düşünceleri bulandırmaktan başka bir işe yaramayacağı için anlamsızdır.

Değişik görüşleri inceledikten sonra kuvvetli olan görüş doğrultusunda konuyu özetlemek gerekirse şunlar söylenebilir. Hârut ve Mârut, Hz. Süleyman döneminde Bâbil'de insan şeklinde ortaya çıkan, "küfür"e düşmemeleri, kötülük için kullanmamaları şartıyla insanlara sihir öğreten, insanların bu yolla imtihan olmalarına vesile olan iki melektir. Sihir ilmini kötülük ve küfür yolunda kullanan fâsık insanlar ve şeytanların aksine; Hârut ve Mârut, insanlardan onu kötülükte kullanmamaları konusunda söz alıyor, sonra öğretiyorlardı.[1]

Muhakkikler (araştırmacılar) Hârut ve Mârut'un Bâbil'de -ki burası Irak'ta Fırat nehri üzerinde bulunan bir şehirdir.- dış görünüşleriyle salah ve takva sahibi olarak tanınan ve halka sihir öğreten iki insan oldukları görüşündedirler. İnsanların saf inançları bu iki kişi hakkında öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, onların semadan inmiş iki melek olduklarını ve sihri Allah'tan gelen vahiy ile insanlara öğrettiklerini sanıyorlardı. Bu iki adamın sahtekarlıkları öyle bir dereceye varmıştı ki insanların kendileri hakkındaki saf inançlarını sürdürmelerini sağlamak için kendilerinden sihir öğrenmek isteyen herkese, “Biz bir fitneyiz. Sakın inkar etme”; yani “Kuşkusuz biz imtihan vesilesiyiz; seni deniyor, imtihan ediyoruz ki bununla (sihir öğrenmekle) şükür mü, küfür mü ediyorsun, ortaya çıksın. Biz sana küfre düşmemeni tavsiye ederiz.” diyorlardı. Bunu; halk, bilgilerinin ilahi, sanatlarının ise ruhani olduğunu ve aslında iyilik etmekten başka bir maksatları bulunmadığını zannetsinler diye söylüyorlardı. Tıpkı günümüzde de bir takım deccallerin yaptığı gibi. Bunlar da zanlarınca sevgi ve nefret için kendilerine muska yazmayı öğrettikleri kimselere; “Sana evli bir kadını, kocasından başka bir erkeğe yöneltmek için yazmamanı tavsiye ederiz.” şeklinde evham ve uydurmadan başka bir gerçeği olmayan şeyler söylerler.

Yahudilerin bu hususta bir çok hurafeleri vardı. Öyle ki Hârut ve Mârut'a, sihir ilminin Allah'tan indiğine ve onların insanlara sihir öğretmek için gelen iki melek olduklarına inanıyorlardı. İşte bunun üzerine Kur'an ayetleri sihrin semadan indiği şeklindeki iddiaları hakkında onları yalanlamak ve hem sihri hem de onu öğrenen ya da öğreten kimseleri zemmetmek için geldi.

“Yuallimune'n-nâse's-sihîrâ ve mâ unzile ala'l-melekeyni” ifadesinde geçen “mâ” burada, görüşlerin en sahihine göre nâfiyedir (olumsuzluk bildirir). “İki Melek” ibâresi ise, burada, o dönemde insanlar arasında cari olan örfe binaen kullanılmıştır. Bu, tıpkı Yunan, Mısır ve diğer kavimlerin tarihlerinden bahseden yazarların eserlerinde iyilik ve kötülük tanrılarının zikredilmesi ve yine tıpkı Müslümanların sözlerinde Hıristiyanları tenkit etmek bakımından tanrının tecessümünden, asılmasından v.s bahsedilmesi gibidir.

“Onlar bu ikisinden koca ile karsının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı.” sözü, sembolik bir anlatımdır ve böylelikle yapılan iş en çirkin şekliyle ortaya konmuş olmaktadır. Yani yaptıkları bu iş öyle bir raddeye gelmişti ki, artık karı-koca gibi toplumun en güçlü birimi olan aileyi onunla parçalama imkanını elde etmeyi, çeşitli hileleri ve bozgunculuğun yollarını öğreniyorlardı.

Özet olarak bu ayetin manası başından sonuna kadar şu şekilde anlaşılmaktadır:

Yahudiler, Kurân'ı yalanladılar ve ondan yüz çevirdiler. Kur'an'a karşılık Hz. Süleyman ve mülkü hakkında, onların çarpık zihniyetli alimlerinden işittikleri hurafeler ve efsaneleri yaymaya çalıştılar. Hz. Süleyman'ın küfre girdiğini iddia ettiler. Oysa Hz. Süleyman, küfre girmemişti. Fakat onların tabi oldukları şeytanları (önderleri) küfre girdiler ve insanlara sihri öğretmeye ve sihrin Hârut ve Mârut'a indiğini iddia etmeye başladılar. O ikisini melek olarak isimlendirmişlerdi. Onlara hiç bir şey indirilmediği halde, insanlara kendilerinin salihlerden oldukları zannını yerleştirdiler. Halkın, onları iyilik etmekten başka maksatları olmayan ve kendilerini küfürden korumaya çalışan kimseler olduklarını sanmaları için uğraştılar. O ikisinden öğrendikleri hile ve desiseler, kendilerinin insanlar arasına tefrika sokabileceklerine halkı inandıracak derecedeydi.

Görüyorsunuz ki ifadelerin hepsi burada zemm (kınama, yerme) içindir ve ayetin Hârut ve Mârut'un medhi, övgüsü hakkında vârid olduğu düşüncesi doğru değildir. Bunların yani yukarıdaki sözlerimizin doğruluğuna, Kurân'ın Allah indinden insanlara bir şey öğretmek için -peygamberlere indirilen vahiy dışında- yeryüzüne melek indirildiğini reddetmesini gösterebiliriz. Kur'an, insanlara talim için kendi cinsinden birinin gönderildiğini sarih nasslarla ortaya koymaktadır: “Senden önce, insanların dışında elçi göndermedik; onlara vahyediyorduk. Bilmiyorsanız zikir/vahiy ehline sorunuz.” (b) Yine Melek indirilmesi şeklindeki istekleri Kur'an geri çevirmiştir: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi!," diyorlar. Bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu. Onlara zaman da verilmezdi.” (c) Furkân Suresinde de Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Söyle dediler: "Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer? Ona, beraberinde bulunup uyaran bir melek indirilseydi ya! Yahut, kendisine bir hazine verilseydi, veya besleneceği bir bahçe olsaydı ya!" Bu zalimler, inananlara: "Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediler. Sana nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Onlar sapmışlardır, yol bulamazlar.” (ç)

Hârût ve Mârût Kıssası

Yahûdîler arasında sihir yaygındı. Bu yüzden Hazret-i Süleymân'ın büyük bir sihirbaz olduğunu, hükümdarlığı da sihir ile elde ettiğini, hayvanlara ve cinlere büyü ile hükmettiğini söylerler ve buna inanırlardı. Ancak Hazret-i Süleymân, Kur'ân-ı Kerîm'de peygamber olarak tanıtılınca:

“Muhammed, Süleymân'ı peygamber sanıyor, hâlbuki o, bir büyücüdür!” demişlerdi. Bunun üzerine aşağıdaki âyet-i kerîme nâzil oldu:

وَاتَّبَعُواْ مَا تَتْلُواْ الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَـكِنَّ الشَّيْاطِينَ كَفَرُواْ يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولاَ إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلاَ تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُم بِضَآرِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُواْ لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْاْ بِهِ أَنفُسَهُمْ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ

“Süleymân'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tâbî oldular. Hâlbuki Süleymân, (sihir yapıp) kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Bâbil'de Hârût ile Mârût isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese: «–Biz ancak imtihan için gönderildik. Sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız!» demeden, hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allâh'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de, zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) âhiretten nasîbi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı!” (a)

Müfessir Fahreddîn er-Râzî, Hârût ile Mârût adlı iki meleğin yeryüzüne indiriliş sebebini şöyle açıklar:

a. Bu iki meleğin yeryüzüne indirildiği esnâda sihirbazlar çoğalmıştı. Bunlar, sihir mevzuunda daha önce bilinmeyen şeyleri ortaya çıkardılar ve peygamberlik iddiâsında bulundular. Böylece insanlara meydan okudular. Bu sebeple Allâh Teâlâ, insanların, peygamberlik iddiâ eden bu yalancıları tanıyıp onlara karşı koyabilmeleri için sihri öğretmek üzere bu iki meleği gönderdi.

b. Mûcizenin sihirden farklı olduğunu anlamak, mûcize ile sihrin ne olduğunu bilmeye bağlıdır. Hâlbuki insanlar, o zaman sihrin mâhiyetini bilmiyorlardı. Dolayısıyla onların, mûcizenin hakîkatini bilmeleri de imkânsızdı. Bunun üzerine Allâh Teâlâ, insanlara sihrin hakîkatini anlatsınlar da mûcizenin hakîkati bilinsin diye bu iki meleğini gönderdi.

c. Diğer bir görüşe göre, Allâh'ın düşmanları arasına ayrılığı, dostları arasına da sevgiyi yerleştiren sihir, onlar için mübâh veya mendûb kılınmıştı. Bundan dolayı Allâh Teâlâ, bu gâye ile sihri öğretsin diye o iki meleği gönderdi. Maalesef o günün insanları, daha sonra bu iki melekten öğrendikleri müsbet sihri menfî şekilde, yâni Allâh'ın dostları arasına düşmanlık sokmak ve düşmanları arasında sevgi te'sîs etmek sûretiyle zıddına ve yanlış istikâmette kullanmışlardır.

d. Sihir yasaklanmış olduğu için, onun beşer için bilinen ve tasavvur edilen bir şey olması gerekir. Çünkü tasavvur olunamayan şeyin nehyedilmesi de düşünülemez.

e. Belki de cinler, bir benzerini insanların yapamayacağı çeşitli sihirler biliyorlardı. Cenâb-ı Hak, cinlere karşı korunabilecekleri şeyleri insanlara öğretmeleri için bu melekleri göndermişti.

f. Bunun, kulluk mükellefiyetini zorlaştıran bir imtihan olduğu da düşünülebilir. Çünkü insanın, kendisini dünyevî lezzetlere ulaştıracak bir şeyi öğrendikten sonra ondan uzak durması daha zordur. Bu yüzden imtihan zorlaştıkça o imtihanı kazananların ecri de o nispette fazla olur. Bu sebeple insan, yasaktan sakınarak daha büyük bir mükâfât elde edebilir.

Nitekim Hak Teâlâ, Tâlût'un kavmini savaşa gitmekte iken sıcak bir günde, nehirden su içme husûsunda imtihân etmiş ve Tâlût, emr-i ilâhî mûcibince:

فَمَن شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَن لَّمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلاَّ مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ

“…Kim (o nehirden) kana kana içerse, benden değildir. Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir…” (d) demiştir.

Velhâsıl, bütün bu îzahlardan da anlaşılacağı üzere, Allâh Teâlâ'nın o melekleri, sihri öğretmek üzere indirmesinde pek çok hikmetler bulunmaktadır. Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, her işinde hikmet sâhibidir ve her şeyi en iyi bilendir.[4]

Hidayet önderi peygamberlerimizden biri olan Hz. Süleyman, insanları Allah'a iman etmeye davet edip ahiret gününe karşı uyarmakla ve din ahlakını tebliğ etmekle sorumlu kılınmıştır. Kuran'da bildirildiği üzere Hz. Süleyman'ın yaşadığı dönemde sihre rağbet eden ve bunu kötü amaçları için kullanan bazı insanlar da bulunmaktaydı. Bu olayın bildirildiği kıssa, günümüzde tüm insanların sihir gibi sapkınlıklardan titizlikle sakınmaları için önemli bir yol göstericidir.

Hz. Süleyman; Hz. Nuh'un soyundan gelen, kendisine Allah Katından hidayet verilen mübarek bir peygamberdir. Çok üstün bir ahlaka ve samimi bir Allah korkusuna sahip olan Hz. Süleyman'ı Allah ihtişamlı bir zenginlik ve çeşitli ilimlerle desteklemiştir. Hz. Süleyman da bu ihtişamlı zenginlik ve ilimleri en hikmetli şekilde kullanarak dünyada Allah'ın izniyle din ahlakını hakim kılmak üzere güçlü bir iktidar elde etmiştir.

Hz. Süleyman, aynı zamanda Kuran'da kendisi hakkında ayrıntılı bilgiler verilen peygamberlerimizden biridir. Hz. Süleyman'la ilgili olarak Kuran'da haber verilen bir kıssada o dönemde bazı insanların, Allah'ın haram kıldığı fiillerden olan sihre rağbet ettikleri anlaşılmaktadır. Onlar şeytanlardan sihir öğrenmişler ve kötü amaçları için kullanmışlardır. Bu konuyu haber veren ayette şöyle buyrulur:

"Ve onlar, Süleyman'ın mülkü (nübüvveti) hakkında şeytanların anlattıklarına uydular. Süleyman inkar etmedi; ancak şeytanlar inkar etti. Onlar, insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleğe Hârut'a ve Mârut'a indirileni öğretiyorlardı..." (a)

Tüm inananlar için önemli hikmetler içeren Hârut ve Mârut kıssasını bu ayet doğrultusunda inceleyecek ve iman edenlerin sihir gibi sapkınlıklardan neden şiddetle kaçınmaları gerektiğini ortaya koyacağız.[5]

Hârut ve Mârut Kıssası'ndan Bazı Hikmetler

Şeytana Uyanların Bozgunculukları

Ayette haber verildiği üzere Hz. Süleyman'a karşı harekete geçen şeytan, etkisi altına aldığı bazı kişiler aracılığıyla halkı Hz. Süleyman'ın sahip olduğu büyük mülk ve zenginlik ile ilgili olarak kışkırtmış olabilir. Bunun sonucunda bazı insanlar Hz. Süleyman ve sahip olduğu güçlü devlete karşı örgütlenmiş ve onun aleyhinde çalışmalar yapan çeşitli karanlık örgütler kurmuş olabilirler. Şeytanın sevkiyle kurulan bu örgütler, Hz. Süleyman'ın yönetimini türlü şekillerde çökertmeye çalışmış, bunun için her türlü kirli yöntemi kullanmış olabilirler. (En doğrusunu Allah bilir.) Nitekim tarihi kayıtlar, Hz. Süleyman'ın vefatının ardından, Müslüman İsrail Krallığı'nın iç karışıklıklar nedeniyle ikiye bölündüğünü bildirmektedir.

Şeytan'ın Fitnesi: Sihir

Şeytanlar insanları yoldan saptırmak için onlara, Hârut ve Mârut'tan öğrendikleri sihirleri öğretmişlerdir. Oysa Hârut ve Mârut ayette bildirildiği üzere, sahip oldukları bilgiyi, öğrenmek isteyenlere önce kendilerinin Allah'tan bir deneme olduklarını söylemiş ve inkara düşmemeleri için onları uyarmışlardır. Ancak ondan sonra bu bilgiyi öğretmişlerdir. Bu nedenle de insanların sihrin bir fitne olduğunu bilmeleri ve bundan şiddetle kaçınmaları gerekmektedir.

Her şeyden önce günümüzde de bu yöntemlere yani sihir ve benzeri yöntemler başvuran herkes çok iyi bilmelidir ki,

*** Allah izin vermeden insanların öğrendikleri ve uyguladıkları büyülerin bir sonuç vermesi kesinlikle mümkün değildir. Çünkü büyünün etkisini bir hikmet üzere yaratan da Allah'tır.

*** O'nun izni ve bilgisi olmadan hiçbir insanın zenginlik, güç ya da başka bir imkanı sihir benzeri yöntemlerle elde etmesi mümkün değildir.

*** Sonsuz güç sahibi olan Allah, büyünün etkisine inanan ve bu gibi yöntemlerle kendilerine menfaat sağlayabileceklerine inanan insanlara, bu şeytani yöntemleri bir bela olarak musallat edebilir.

*** Onlar batıl yollara saptıkları için, Yüce Allah onlara buna göre bir karşılık vermekte; büyü, bu insanlar için dünya hayatında bir azap haline gelmektedir. Bu, Allah'ın hidayet yolundan sapan insanlara dünyada verdiği bir cezadır.

Müminler Yalnızca Allah'a Yönelir

İman eden bir insan; Yüce Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemeyen ve Kuran ahlakından uzak yaşayan insanlardan farklı olarak sihirle ve benzeri konularla ilgilenmez ve vakit kaybetmez. İnsanların arasını bozmak için bu tip şeytan kışkırtması boş işlerle uğraşmak, hak yoldan uzaklaşıp batıl inanışlarla vakit geçirmek şeytanın oyununa gelmektir. Kuran'da belirtildiği üzere şeytanın tek amacı insanları doğru yoldan engellemek ve bunun için tüm yöntemleri kullanmaktır. Sihir benzeri işlerle uğraşanlar, şeytanın aldatmacalarına kanmış ve onun istekleri doğrultusunda hareket etmiş insanlardır. Bu gibi batıl inanışların Kuran ahlakında hiçbir şekilde yeri olmadığı Felak Suresi'nde şu şekilde bildirilmektedir:

"De ki: Sabahın Rabbine sığınırım. Yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfüren-kadınların şerrinden ve haset ettiği zaman, hasetçinin şerrinden" (e)

Hârut ve Mârut'tan bahsedilen ayetlerde de aynı konu bildirilmiştir. Ne sihrin, ne de Felak Suresi'ndeki ayette bildirilen "düğümlere üfüren kadınların" hiçbir güçleri, etkileri yoktur. Kainattaki tek güç ve hüküm sahibi, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Bu nedenle mümin sadece Allah'a güvenip dayanır, O'ndan yardım ister, her türlü ihtiyacını sadece Yüce Allah'a bildirir ve sonsuz güç sahibi Rabbimiz'i dost ve vekil edinir. Tek güç sahibinin sadece ezelden gelen ve ebede giden Yüce Allah olduğu ve başka yerlerden yardım beklemenin boş bir çaba olduğu bir ayette şu şekilde haber verilmiştir:

“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse müminler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.” (f) [6]

Yahudiler, yüce Allah'ın ellerindeki Tevrat'ı onaylayıcı olarak indirmiş olduğu Kur'an'a arka dönerek şeytanlar tarafından Hz. Süleyman'ın hükümranlık gücü hakkında anlatılan hikâyelerin ve yine onlar tarafından Süleyman., hakkında düzülen halkı yanıltıcı söylentilerin peşine takılmışlardı. Bu şeytanların halk arasında yaymaya çalıştıkları söylentilerin özü şuydu: Hz. Süleyman bir büyücü idi. O iradesine boyun eğdirdiği hayvanları ve doğal güçleri, bildiği ve kullandığı büyü yolu ile emri altına almıştı.

Kur'an-ı Kerim Hz. Süleyman'ın (selâm üzerine olsun) bir büyücü olduğunu şu ifade ile reddediyor:

"Süleyman, kâfir olmadı." (a)

Bu ayet, Hz. Süleyman'a yakıştıramadığı fakat şeytanlarda vârid gördüğü büyüyü ve onun kullanımını kâfirlik sayar gibidir:

"Fakat o şeytanlar kâfir oldular. Onlar insanlara büyücülüğü öğretiyorlardı" (a)

Bu ayet, daha sonra büyücülüğün, yüce Allah -c.c- tarafından Bâbil kentinde yaşayan iki meleğe, yani Hârut ile Mârut'a indirilmiş olduğunu reddediyor:

"Bâbil'de yaşayan Hârut ve Mârut adındaki iki meleğe böyle bir şey indirilmiş değildi." (a)

Anlaşılan ortada bu iki melekle ilgili bir hikâye vardı. Yahudiler ya da şeytan bu iki meleğin büyücülüğü bildiklerini, onu halka öğrettiklerini iddia ediyor ve bu sanatla ilgili bilginin onlara Allah tarafından indirildiğini yayıyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim, bu iftirayı, yani büyücülüğün bu iki meleğe indirildiği iftirasını da yalanlıyor.

Ayette daha sonra bu işin içyüzü anlatılıyor. Buna göre bu iki melek bizim bilgimizin dışında kalan bir hikmetin sonucu olarak insanlar için bir imtihan, bir deneme vesilesi olarak bulunuyorlar ve büyücülüğü öğrenmek amacı ile kendilerine başvuran herkesi peşinen uyarıyorlardı:

"Oysa bu iki melek `Bizler bir imtihan vesilesiyiz, sakın kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bildiklerini öğretmiyorlardı." (a)

Bir kere daha görülüyor ki, Kur'an-ı Kerim büyücülüğü, bunun öğretilmesini ve kullanılmasını kâfirlik sebebi sayıyor ve bu hükmü Hârut ve Mârut adlı meleklerin ağzından dile getiriyor.

Fakat bu yoldaki uyarıya ve yol göstermeye rağmen bazı kimseler bu iki melekten büyücülük öğrenmekte ısrar ederler. O zaman böylelerinin bir kısmı, kendilerini bekleyen fitneye uğramaktan yakayı kurtaramıyor:

"Fakat onlar iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı." (a)

Burada Kur'an-ı Kerim'in hemen öne atılarak İslâm düşüncesinin temel ilkelerinden birini belirlediğini görürüz. Söz konusu temel ilkeye göre şu gördüğümüz evrende yüce Allah'ın izin vermediği hiçbir gelişme meydana gelmez:

"Ama onlar Allah'ın izni olmadıkça bu büyü ile hiç kimseye zarar veremezler." (a)

Demek ki, ancak yüce Allah'ın izni ile sebepler etkilerini meydana getirebilir, ürünlerini ortaya çıkarabilir ve sonuçlarını gerçekleştirebilirler. Bu ilke müminin vicdanında son derece belirgin hale gelmesi gereken genel bir İslâm düşüncesi kuralıdır. Bu kuralın ilk bakışta akla gelen ilk uygulama örnekleri şunlardır:

Eğer elini ateşe uzatırsan elin yanar. Fakat bu yanma eylemi ancak yüce Allah'ın izni ile gerçekleşir. Sebebine gelince, gerek ateşe yakma ve gerekse eline yanma yeteneği sunan Allah'tır. Buna göre yüce Allah yalnız kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu yakma ve yanma eylemlerine izin vermeyeceği zaman bunların bu özelliklerini gidermeye kadirdir; tıpkı Hz. İbrahim olayında olduğu gibi.

Karı ile kocanın arasını açan büyücülük işinde de durum aynıdır. Büyücülük sanatı söz konusu etkisini, ancak yüce Allah'ın izni ile meydana getirebilir. Eğer Allah kendi dileğine bağlı özel bir hikmetin sonucu olarak bu işe izin vermek istemezse büyücülüğün söz konusu etkisine engel olabilir.

Bizim etki ve sonuç olarak algıladığımız, bu nitelikleri ile bilgi alanımızda yer tutan diğer bütün olaylarda da aynı kural geçerlidir. Her faktör, etkileme yeteneğini yüce Allah'ın izni ile sağlamıştır ve söz konusu etkiyi bu izne bağlı olarak gösterebilir. Yüce Allah -c.c- dilediğinde ona etkileme fırsatı verebileceği gibi isterse bu etkiyi durdurabilir de.

Kur'an-ı Kerim, daha sonra Yahudilerin ya da şeytanların karı ile koca arasını bozmak için öğrendikleri bilgilerin niteliğini belirliyor. Bu bilgiler, onların kendileri hakkında iyi değil, kötü şeylerdir:

"Onlar kendilerine yararlı olacak olanı değil, zararlı olanı öğreniyorlardı." (a)

Söz konusu kötülüğün hiçbir yarar içermeyen katıksız bir zarar olması için kâfirlik sebebi olması yeterlidir. Okuyoruz:

"Oysa onlar büyücülüğü satın alanın Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı." (a)

Onlar büyücülüğü satın alan kimsenin Ahirette hiçbir nasibi olmayacağını biliyorlardı. İnsan bu büyücülüğü benimseyip sâtın alınca Ahiretteki bütün nasibini, bütün birikimini yitiriverir.

Eğer bu kimseler, bu alışverişin mahiyetini bilselerdi, benliklerini ne fena bir şey karşılığında sattıklarını anlarlardı:

"Karşılığında benliklerini sattıkları şeyin ne kadar fena olduğunu keşke bilselerdi!" (g)

Eğer onlar iman edip Allah'ın yasaklarından sakınsalardı, Allah katında elde edecekleri sevap daha hayırlı idi. Keşke bunu bilselerdi:" '

Bu sözler, Bâbil'deki iki melekten büyücülük öğrenen ve şeytan tarafından Hz. Süleyman'ın hükümdarlık yeteneği hakkında uydurulan söylentilere kapılanlar için geçerlidir. Bu kimseler yüce Allah'ın kitabını arkalarına atarak bu tür batıl ve zararlı bilgilere kendilerini kaptırmış olan Yahudilerdir.[0]

Sihir ve Büyü

Sözlerimizin burasında büyücülükten, karı ile kocasının arasını açan ve Yahudileri peşinden sürükleyerek Yüce Allah'ın kitabını arkalarına atmalarına yol açan sanat hakkında bir kaç söz söylememiz gerekir.

Öteden beri bazı kimselerin bilimsel olarak mahiyetleri henüz ortaya çıkarılamamış birtakım yeteneklere sahip oldukları, birtakım özellikler taşıdıkları hep müşahede edile gelmiştir. Söz konusu yeteneklerin bazılarına birtakım adlar verilmiş, fakat ne mahiyetleri ve ne de metotları belirlenememiştir.

Meselâ şu "Telepati" dediğimiz zihinler arası uzaktan etkilenme olayının özü nedir? Nasıl meydana gelir? Herhangi bir insan, normal olarak sesin ve bakışların ulaşamayacağı kadar uzak bir mesafede bulunan başka bir insanı nasıl çağırabilir ve aralarındaki uzaklıklar ve fizikî engeller ortadan kalkmadan karşı taraftan nasıl cevap alabilir?

Peki şu "hipnotizma" olayı nedir? Nasıl meydana geliyor? Nasıl oluyor da bir irade başka bir iradeye egemen oluyor, bir düşünce başka bir düşünce ile ilişki kuruyor, bu sırada taraflardan biri diğerine mesaj gönderiyor ve karşı taraf sanki bir kitabın sayfalarını okuyormuş gibi kendisine gönderilen mesaja cevap veriyor?

Pozitif bilimin günümüze kadar varlıklarını kabul ettiği bu esrarengiz güçler hakkında söyleyebildiği tek söz bunlara birtakım isimler takması olmuştur. Fakat bu güçlerin ne olduğu ve bu olayların nasıl meydana geldiği hususunda hiçbir şey söyleyememiştir.

Pozitif bilimin kuşku ile karşıladığı dàha pek çok olay var. Bu kuşku ya söz konusu olaylar hakkında yeterince gözlem verisi sağlayamadığı için onları kabul etmemesinden ya da bu olayları deney alanına sokacak uygun metotlar bulamamış olmasından ileri geliyor.

Meselâ şu geleceği haber veren rüyalar olayını düşünelim. Her türlü ruhî gücü inkâr etmeye kalkışan S.Freud bile bu tür rüyaları inkâr edememiştir. Nasıl oluyor da meçhul bir gelecek ile ilgili bir rüya görüyorum da bir süre sonra bu ileriye dönük rüyam aynen gerçekleşiyor. Ya şu gizli ve henüz adı bile konulamamış duygular olayına ne demeli? Nasıl oluyor da bir süre sonra belirli bir olayın olacağını ya da belirli bir şahsın az sonra geleceğini hissediyorum da beklediğim şey bir süre sonra şu ya da bu şekilde sahiden gerçekleşiyor.

Sırf pozitif bilim henüz bu tür güçleri deney alanına aktaracak uygun metotlar geliştiremedi diye insan denen varlıkta bulunan bu tür meçhul yetenekleri, güçleri bir kalemde reddetmek, aslında bilimsel kılıflı bir egoizmden, bir şımarıklıktan başka bir şey değildir.

Bu demek değil ki, her türlü hurafeye teslim olalım ve karşımıza çıkan her çeşit masalın peşinden gidelim. Bu konuda tutulacak en sağlıklı ve en ihtiyatlı yol insan aklının bu tür bilinmezler hakkında esnek bir tutum benimsemesidir. Yani bu tür esrarengiz güçleri ne mutlak olarak reddetmeli ve ne de gözü kapalı bir şekilde kabul etmeliyiz. Böylece insan aklı elindeki metotlarla bu metotları geliştirerek şimdi kavrayamadığı bu tür güçleri kavramayı başarmalı ya da söz konusu meselelerin, kapasitesini aştığını itiraf ederek yeteneklerinin sınırlarını tanımalı ve şu evrendeki bilinmez güçlerin ve olayların varlığını kesinlikle onaylayarak tutumunu ona göre ayarlamalıdır.

İşte büyücülük bu tür olaylardandır. Şeytanların insanlara öğrettiği belirtilen esrarengiz bilgilerde bu tür olaylardandır. Uzaklardaki başka insanlara mesaj ulaştırma ve gerek duygu ve düşünceleri gerekse cansız maddeler ile canlı organizmaları etkileme olayları da büyücülüğün değişik bir biçimi olabilir.

Gerçi Kur'an-ı Kerim'in; "Attıkları ipler ve sopalar onların büyülerinin sonucu olarak kendisine yürüyorlarmış gibi göründü" (ğ) ayetinde, Firavun'un büyücüleri tarafından yapıldığı anlatılan gösteriler hiçbir gerçek tarafı olmayan bir hayal oyunundan ibaretti. Fakat bunun öyle olması bu tür bir etkinin karı ile kocanın ya da iki samimi dostun arasının bozulmasına yol açmasına engel değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi her ne kadar metotlar, araçlar, etkiler, sebepler ve sonuçlar yüce Allah'ın izni olmaksızın meydana gelmez ise de tepkilerin etkilerden doğduğu da bir gerçektir.

Bu arada acaba Hârut ile Mârut adındaki bu iki melek kimlerdi ve hangi dönemde Bâbil kentinde yaşadılar? Bir defa bunların hikâyesi Yahudiler tarafından biliniyordu. Çünkü bu olaya işaret eden yukarıdaki ayeti ne yalanladılar ve ne de ona itiraz ettiler. Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde kısaca değinilerek geçilen daha başka olaylar da vardır. Söz konusu olaylar muhatapları tarafından bilindiği için, bu olaylara kısaca değinmek, gözetilen amacı gerçekleştirmek için yeterli sayılmıştır. Bu tür olaylar hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü amaç, olayın ayrıntıları değildir.

Ben de elinizdeki bu tefsir kitabında bu iki melek hakkında bize ulaşan çok sayıdaki rivayete dalmak istemiyorum. Çünkü bunlar içinde hiçbir araştırma ürünü ve güvenilir rivayet yoktur.

İnsanlık tarihi boyunca her dönemde insanoğlunun durumuna ve idrak düzeyine uygun birçok ibret verici ve imtihan vesilesi niteliği taşıyan olaylar yaşanmıştır. Buna göre insanın iki melek -ya da iki iyi insan- şekline bürünmüş bir imtihan vesilesiyle karşılaşması şaşılacak kadar olağanüstü bir durum değildir. Zira buna benzer daha nice ibret verici olaylar, harikuladelikler ve çeşitli imtihan türüyle karşılaşmıştır insanoğlu bugüne kadar. O insanoğlu ki simsiyah bir gecenin koyu karanlıkları arasında sürekli biçimde ilâhi meşalenin parıldayan ışınları peşinde emeklemekte, yürümekte ve koşmaktadır.

Uzun bir geçmişin gerisinde kaldıkları için bize göre belirsiz olan meselelerin peşine takılacağımıza bu ayetlerde yaralan açık hükümlü ve belirli anlamlı kavramlar üzerinde durmamız daha yerindedir. Burada, Yahudilerin, yüce Allah'ın kesin doğruları içeren kitabını arkalarına atarak masalların peşine düşmekle sapıklığa düştüklerini, bunun yanında, büyücülüğün bir tür şeytan işi olması yüzünden insanın kınanmasına ve Ahiretteki tüm nasibini ve birikimini kaybetmesine yol açan bir kâfirlik sebebi olduğunu bilmemiz bizim için yeterlidir.[7]

Hârut ve Mârut Adlı Meleklerin Büyük Günah İşlemeleri

“…Halbuki Süleyman asla kafir olmadı. Fakat o şeytanlar kafirdiler ki, insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleği, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı…” (a) mealinde olan ayetin tefsiri esnasında şu rivayetlere yer verilmiştir.

Bir rivayete göre, melekler insanların işlediği günahları görünce onları ayıpladılar ve Allah'a: “Yeryüzüne halife olarak seçtiğin bu günahkarlar mıdır?” dediler. Cenab-ı Hak da: “Eğer onlara verdiğimiz nefis sizde olsaydı aynı şeyleri siz de yapardınız?” cevabını verdi. Onlar: “İmkansız, biz böyle bir şey yapmayız ve bu bize yakışmaz” dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: “En huylunuzdan iki melek seçiniz.” emrini verdi ve onlar da, Hârut ve Mârut'u seçtiler. Hârut ve Mârut, onların içinde Allah'a en çok ibadet eden ve en iyi huylu olan iki melekti. Bunlar bir insanda mevcut olan şehvet gibi huylar ve benzeri hallerle teçhiz edilip yere indirildiler. Vazifeleri, gündüz halkın davalarına bakmaktı, akşam olunca tekrar semaya uruc edeceklerdi. Allah kendilerini, şirkten, haksız yere bir kimseyi katletmekten, içki içmekten ve zinadan men etmişti. Vazifeleri gereğince gündüz halkın davasına bakıyorlar, akşam olunca da, İsm-i Azâm'ı okuyarak semaya çıkıyorlardı.

Günün birinde kendilerine, insanların en güzellerinden olan Zühre isimli bir kadın müracaat etti. Bu kadın Lahm kabilesindendi (bir rivayete göre, İranlı ve memleketinin melikesiydi). Kadının şikayeti kocası ile ilgili idi. Melekler, bu kadını görünce, içlerine kurt düştü ve ondan murat almak istediler. Kadın onların bu teklifini reddetti. Israrları üzerine kadın: “Siz davayı benim lehime karara bağlamadıkça ben size evet demem.” dedi. Bunun üzerine kadının isteğini yerine getirdiler. Kadın, onların teklifine yine yanaşmadı ve ikinci olarak onlardan kocasını öldürmelerini istedi. Onlar da öldürdüler. Kadın, yine onların isteklerine yanaşmadı ve onlardan üçüncü şartı yerine getirmelerini istedi ki, o da içki içmeleri ve gösterdiği puta secde etmeleriydi. Bu şartları da yerine getirdiler. Melekler tekliflerini tekrarlayınca, kadın bu defa da onlardan, kendilerini göğe yükselten şeyi öğretmelerini istedi. Onlar da kadına İsm-i Azâm'ı öğrettiler. Kadın, İsm-i Azâm'ı okuyarak göklere yükselince, Allah onu bir yıldıza tebdil ediverdi.

Akşam olunca, iki melek adetleri gereği göğe çıkmak istediler. Lakin, kanatları kendilerine itaat etmedi. Başlarına gelen felaketi anlayınca, İdris'e müracaat ettiler. Kendisinden şefaat dilediler. O da kabul etti. Neticede, Allah kendilerini, dünya azabıyla ahiret azabından birini tercih etmeleri için fırsat verdi. Onlar, kısa süreli olduğu için dünya azabını tercih ettiler. Şimdi onlar, Bâbil'de cezalarını çekmektedirler. Onların, saçlarından asılı oldukları söylenmektedir ve bu durum, kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir (h).

Bazı İslâmî kaynaklarda, kıssanın tam bir düzmece olduğu belirtilir, (ı) kıssada meleklere günah işlettirilmiştir. İslam inancına göre melekler, masumdurlar. Kendilerinden ne küçük ve ne de büyük günah sadır eder (i). [8]

Hârut ile Mârut ve Meleklerin İsmeti

Meleklerle ilgili İslâm itikadı gözden geçirilirken "Meleklerin Allah'a isyan etmeyecekleri" açıkça görülmektedir. Bu husus, Kur'an-ı Kerim âyetleri ile de sabittir (j).

Hâl böyle iken, Hârut ve Mârut adındaki meleklerle ilgili olarak halkın dilinde dolaşan ve bazı kitaplarda yer alan yersiz söylentilerin İslâmî inançlarla bağdaşması kâbil değildir. O söylenti şudur Yeryüzüne indirilen bu iki melek, -hâşâ- Zühre adındaki güzel bir kadına tutulmuşlarmış da, kendisiyle güya zina etmek istemişlermiş de, o fahişe de bu meleklerden Allah'a şirk koşmalarını istemiş fakat melekler, bu teklifi kabul etmemişler.

Bir defasında bu melekler, o kadına, aynı arzuyu tekrarlayınca Zühre, kucağında taşıdığı çocuğu gösterip; "bunu öldürmedikçe dediğinize razı olmam." demiş, melekler bu teklifi de kabul etmemişler.

Başka bir gün, bu çirkin teklifi gene tekrarlamışlar. O kadın da elinde taşıdığı kadehin içindeki şarabı içmedikleri takdirde arzularına râm olmayacağını söylemiş imiş de onlar da -hâşâ- şarabı içmişlermiş. İçkinin tesiriyle sarhoş olunca o çocuğu öldürmüşler ve kadınla da güya zina etmişler. Zühre adlı bu fahişe, Hârut ve Mârut'tan göğe çıkarken okudukları İsm-i âzamı sorup öğrenmiş imiş ve öğrendiğini okuyarak semaya çıkmış ve orada yıldız olup kalmış. "Zühre" adlı yıldız işte bu kadın imiş!!!

Meleklerin yüce mahiyetine ve pırıl pırıl şerefine uymayan bu gibi beyanların hepsi zayıftır (k).

"Bunlar, İsrail oğullarının verdikleri haberlere râcidir. Çünkü bu hususta isnadı, günahtan masum ve her hususta doğru bulunan yüce Peygamberimize ulaşan sahih ve merfû bir hadis yoktur" (l).

"Ne Allah Teâlâ'nın kitabında, ne de Resulullah (s.a.v.)'ın hadislerinde bu haberin doğruluğuna delâlet eden bir beyân da yoktur" (a8).
"Bu bâbda uydurulan hurâfelere itimat olunmamalıdır. İşte sahih olan haber Kitabullah'tadır"
(m).

Bu haberin doğru ve mûteber olmadığına delâlet eden hususlardan biri de şudur: Hârut ve Mârut isimli bu meleklerin yeryüzüne inmesi, Süleyman Aleyhisselâm'ın Peygamberliği zamanına tesadüf etmektedir. Halbuki "Zühre" yıldızının yaratılması, göklerin halk olunduğu zamanda olmuştur (a10).
Hârut ve Mârut isimli bu meleklerle ilgili meselenin ehl-i sünnet mezhebi hükümlerini zedelemeyecek yönü şudur:

Süleyman Aleyhisselam zamanında, şeytanlaşmış insanlar, cin şeytanlarını sihir yoluyla kendilerine bağlamışlardı. Cin şeytanları semâlara doğru yükselerek, yeryüzündeki hâdiselerle ilgili konuşmalardan kulak hırsızlığı yaparlar ve meleklerden duydukları bir söze yüz de yalan katarak o devrin kâhinlerine ve sihirbazlarına haber verirlerdi.

Şeytanların nâşir-i melaneti olan bu kimseler, yalan yanlış bu haberleri, halkın arasında yaymaya çalışırlar ve yazarak halka okurlardı.

Bu kâhinler; cin toplamayı, onlar vasıtasıyla sihir yapmayı ve efsunculuk şekillerini halk arasında yaydılar. Beşerî topluluklarda baş gösteren fesat ve kargaşalıklar yüzünden halk arasında yanlış inançlar yayılmaya başladı. Bir takım kimseler, cinlerin gayb-ı bildiğini iddia eder ve inanır oldular.

İşte bu sırada Cenâb-ı Hak, hikmet-i ilâhîsi iktizasından olarak Hârut ve Mârut isimli bu iki meleği yeryüzüne indirdi ve Bâbil şehri halkına gönderdi.
Bu melekler, halka sihrin zararını ve mahiyetini haber veriyor, mucizeyi sihirden ayırd edecek bilgi ile insanları teçhize çalışıyorlardı. Sihrin doğruluğuna inanıp veya sihre dâir olan şeyleri kullanıp da küfre gitmemeleri için halkı ikaz ediyorlardı. Bu hususla ilgili âyet-i kerimeyi, muhterem okuyucularımla birlikte tetkîk ve tahlil etmek isterim:

"Şeytanların; Süleyman'ın mülk(-ü saltanat ve nübüvvet)i aleyhinde uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar (o iki melek): "Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir), sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma" demedikçe, hiç bir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı..."
(a).

Yukarıdaki âyetin meâli tetkik süzgecinden geçirildiğinde bazı hakikatlerin ortaya çıktığı gözden kaçmamaktadır. Şöyle ki:

a) Âyet-i kerimedeki "ve mâ ünzile" ilh.. cümlesi, yukarıdaki "es-sihra" kelimesine mâtuftur. Mâtuf le mâtufun aleyhin birbirine mubâyin olacağı nahvî bir zarurettir. Bu itibârla Hârut ve Mârut'a indirilen bilgiler sihir değildi. Fakat sihir halinde kullanmaya müsait bulunuyordu, Bu sebeple o bilgileri kötüye kullanmanın küfür olacağı, bizzat bu melekler tarafından, "telâ tekfur" ihtâriyle haber veriliyordu.

b) "Es-sihra" kelimesi, "yüallimûne" fiilinin ikinci mef'ûlü; "ve mâ ünzile" cümlesi, onun matufu olduğuna göre, sihri de meleklere indirilen bilgileri, sihir olarak kötüye kullanmayı da halka öğreten şeytanlardı.

c) Melekler; sihrin mahiyetine ışık tutuyorlar, onun itikâdî zararlarını ve amelî safhasının küfre götüreceğini haber veriyorlardı. Sihrin haram olan yönü, onun nasıl yapıldığını bilmek olmayıp, ameli haysiyetidir (m2). Yani, sihrin nasıl yapılacağını bilmek değil, bizzat sihri yapmaktır. Bir bıçağı kurban kesmekte kullanmanın suç olmayıp, bir cinayete âlet yapmanın haram olduğu gibi...

d) Hârut ve Mârut, sihrin ilmî cihetine ışık tutarken; "Biz ancak bir fitneyiz (imtihan için gönderilmişiz), sakın (sihir yapıp da) kâfir olma" diyerek sihrin amelî tarafından halkı nehyetmekte ve gerekli ikazda bulunmaktaydılar.

e) Koca ile karısının arasını ayıracak şeyi öğrenme arzusunun halktan gelmiş bulunduğunu, Hârut ile Mârut'un; "Gelin, size zevc ile zevcenin arasını ayıracak şeyi öğretelim." diye bir çağrı vâki olmadığını âyetin metnindeki "yeteallemûne=öğreniyorlardı" ifadesinden açık ve seçik olarak anlamaktayız.

İşaret edilen bu noktalardan başka Hârut ve Mârut, diğer melekler gibi, günahtan uzaktırlar Kur'ân-ı Kerim'de meleklerle ilgili olarak buyrulmaktadır ki:

"Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler" (n).

"Hayır, onlar, ikrâma mazhar edilmiş kullardır. Bunlar söz(leriy)le asla onun önüne geçmezler. (Bilakis) bunlar ancak onun emriyle hareket ederler" (o).

"(Evet) kendilerine her suretle kâhir ve hâkim olan Rablerinden korkarak (daima ona inkıyat ederler. Melekler de) ne ile emr olunurlarsa onu yaparlar" (ö).

Kitab-ı ilâhînin bu açık beyanı karşısında meleklerden günahın vukuu nasıl kabul edilebilir? Muhâlfarz, onların günah işlediği kabul edilecek olsa, yaptıkları o günahın da Allah'ın emri olması gerekir. Kur'an-ı Sâdıku'l-beyânın şu âyet-i böyle bir ihtimali, katiyetle reddetmektedir:

"Allah, hiç bir zaman kötülüğü emretmez." (p).

"Biz, o melekleri hak(km hikmeti ve kaderin bir iktizası) olmadan indirmeyiz." (r).

Bunun dışında kalan ve meleklerin ismetiyle münasip düşmeyecek beyanlar, fehmin yerini vehme bırakmış insanlara has bir davranış olur.[9]


kaynak: gizli ilimler

Lilith

Hiçlik ile varlık arasındaki ince çizgiyi ayırt edemeyen bizler için en kolay yolu seçiyor ve hiçlikle söze başlıyor olabilirim. Sonuçta bu benim hikâyem; burada ben, Lilith’i anlatan bir Tanrı’yım. Keyifli okumalar.
Sonrası yine hiçliğe yol alan bir hiçti öncesi. Gökyüzü ilahi yaratıklarla çevrelenmiş bir cümbüş hali yaşarken yeryüzü yalnızdı. Her iki mekâna birden cennet demek, bu yüzden imkânsızdı; bu haliyle gökyüzü, daha bir cennetti. İsminin önüne getirilen sıfatı nedeniyle adil diye bilinen Tanrı, bu eşitsizliğe göz yumamazdı. Üstelik sıkılmıştı da hep aynı oyuncaklardan; O, yaratıcıydı ve tüm yaratıcılığını sergileyebileceği, yüzyıllar boyunca eğlenebileceği bir sahnenin başlangıcına sebep olmalıydı.


Nasıl ki melekler ilahiliklerini gökyüzünün sınırsız yüksekliğinden alıyorsa, aşağıda vücut bulacak olanlar da kendi ilahiliklerini toprağın derinliklerinden almalıydılar. Bu tamamıyla adil göründü Tanrı’nın gözüne. Göründüğü anda “Ol!” dedi ve oldu... Topraktan iki can doğdu: Birine Âdem dendi, diğerine Lilith. Ruhen eş olmaları imkânsız olsa da bedenen birbirlerini tamamlayan iki zıt varlıktı bunlar. Bir kadın ve bir adam; Tanrı’nın ellerine ve Dünya’nın kucağına daha nicelerini vermeleri için doğmuş, bununla da kalmayıp Zaman’ı başlatmış iki varlıktılar.

İlk zamanlar mutlu ettiler yaratanlarını; bedenleri bütünleşti, yeryüzünü anlamlandırdı. Ta ki Lilith denen kendin bilmez, erkeğine karşı çıkana değin... Sevişirken erkeğinin aldığı hazzı istiyordu O da. Aynı üstünlüğe sahip olmayı, alınan kararları paylaşmayı ve her daim eşit olmayı istiyordu. Neden olmasındı ki? İkisi de farklı bedenlerle aynı topraktan gelmemişler miydi?

Âdem karşı çıktı buna her defasında. O eril olandı, doğasından gelen hükmetme ve üstünlük kurma dürtüsüne teslim olmalıydı ki herkes de O’na teslim olabilsin. Böylelikle başladı yeryüzünün huzursuzluğu. Adalet dağıtıcısı her karmaşayı tek bir sözüyle değiştirebilecekken hiç dokunmadı onlara. Sahne, işte şimdi açılmıştı.

Lilith ile Âdem ortak bir noktada birleşemediler, çünkü Âdem asla dinlemedi kadını. Bu nedenle duyamadı ve anlayamadı kadının istediğinin ne kadar doğru olduğunu. Âdem, asırlarca insanlığı kendisine esir edecek olan egonun hazzını daha çok seviyor ve istiyordu çünkü. Lilith bu durumu kabullenemedi ve yaratanının telaffuz edilmesi yasaklanmış isimlerini zikretti. Böylelikle yeryüzünden koparıldı ve gökyüzünde, yalnızlıklarıyla lanetlenmiş varlıkların arasına karıştı. Burada tanıştı Samael ile... Samael, Lilith’in arzularına boyun eğdi. Lilith’in öfkesi iblisi beslerken, birleşmeleriyle yüzlerce çocukları oldu.

Âdem egosunu bencilliğiyle beslerken, bir sabah fark etti ki yapayalnızdı. Koskoca yeryüzünde, tek başınalığıyla asıl hiçliği oluşturuyordu. O anda pişman oldu Lilith’e yaptıkları için. Tanrı’ya yalvardı, Lilith’i geri göndermesini istedi. Bu sefer Tanrı’nın, olaya müdahale edesi geldi içinden. Üç meleğini; Semangelof, Sanvai ve Sansanvai isimli meleklerini Lilith’i bulmaları için yolladı.

Melekler Lilith’i bulduklarında, O’na Tanrı’nın yeryüzüne dönme emrinden bahsettiler. Lilith ise gururlu ve kendinden emin, reddetti bu isteği. Konuşma sırası yine meleklere geldiğinde, Lilith’i, çocuklarının ölümüyle tehdit ettiler. Lilith gururuna teslim olmuştu bir kez daha. Hiçbir çocuğunun ölümü, Âdem’in sözleri ve davranışları kadar ağır gelemez sandı yüreğine. Bunun üzerine melekler, kendilerine verilen emri gerçek kıldılar ve Lilith’in Samael’den olma çocuklarını öldürmeye başladılar.

Lilith’i kadın yapan gurur, öfkeye dönüştü işte o anda. Yeryüzünün ve insanlığın kaderini belirleyecek lanetler dökülmeye başladı dudaklarından: Ben, çocuklara zarar vermek üzere yaratıldım; doğumdan sonraki ilk sekiz gün içinde erkek çocuklarına, yirmi gün içinde de kız çocuklarına. (Ama) Yemin ederim: Sizi ya da görüntünüzü bir muska ya da tılsım üstünde görürsem, o çocuğa hiçbir zarar vermeyeceğim.

Peki ama yeryüzünde tek başına kalan Âdem ne yapacaktı? Daha da mühimi, Lilith’in lanetini gerçek kılacak o çocuklar nereden gelecekti? Lilith, oyunların en güzelini sunuyordu şimdi Tanrısı’na. Ona yardımcı olmaksa izleyenin, yani Tanrısı’nın borcuydu. Belki bu yüzden, belki gerçekten de Âdem’e acıdığı için, bu sefer erkeğin isteklerine boyun eğecek bir dişi yaratmak adına “Ol!” dedi ilahilerin ilahisi. Erkeğinin emirlerine boyun eğmesi için de kadını, Âdem’le eşit olmayan bir yöntemle yarattı: Âdem’in kaburga kemiğinden vücut buldu yeryüzündeki ikinci dişi ve adına Havva dendi.

Âdem ile Havva hep mutlu oldular, çünkü hep itaat etti Havva. Tanrı’dan sonra erkeğine kul oldu; en güzeli de insanoğlu soyunu bahşetti Âdem’e. Yeryüzü çocuklarla doldu. Elbet burada Yasak Elma hadisesine değinmiyoruz, zira Havva’nın bile oncacık kusuru oluversindi...

Onlar mutluluklarının ve artık sıradanlaşan telaşlarının içine dalmışken Lilith, öfkesini besledi durdu. Kendilerine ulaşabildiği anda da dünyaya gözlerini açmış çocukların canını almaya başladı. Lilith’in acısı öyle büyüktü ki, içinde öyle bir yangın vardı ki tek bir evladının kıyımının veya Âdem’in geçmişte kalmış aşağılamalarının tek bir cümlesinin bile acısını gideremedi katilliğiyle. Yukarıda ismi zikredilen üç meleğin kutsal sembollerini taşıyanlar dışında, birçok çocuğun ölüm sebebi oldu. Hala da olmaktadır anlatılanı gerçek sayarsak...

Ancak Lilith’in en büyük ve en hain intikamı, Âdem ile Havva’nın ilk çocuğu olan Cain’i sahiplenmesidir. Sahiplenmek de tıpkı Tanrı’nın adaleti gibi değişiklik gösteriyor burada anlam olarak. Nasıl ki o adaletin de kötü diye yorumlanacak tarafları varsa, Lilith’in sahiplenişinin de kötü bir yanı vardı. Fakat yine de Lilith’in, Cain’i gerçekten sevdiğine inanıyorum bu öykünün Tanrısı olarak...

***

Dünyanın ilk çocuğu olan Cain ile kardeşi Abel, babalarının isteği üzerine, Tanrı’ya kurbanlarını sunmak için çalışırlar bir gün. Tanrı olmanın da egosal bir yanı olacak ki Ulular’ın Ulu’su sadece Abel’ın sungusunu beğenir. Bununla da kalmaz Cain’i hakaretlere boğar. Onca emekten ve umuttan sonra gururu incinen Cain, kendi köşesine çekilir. İkinci kurban sunma zamanı geldiğinde, eli boş gelir sungu yerine. Abel bu duruma şaşırır ve Cain’e neden bir kurbanı olmadığını sorar. Bunun üzerine Cain, en sevdiği varlığı, kardeşini öldürüverir oracıkta. Madem yakılınca güzel kokan bir koyun etini beğenmiştir Tanrı kurban olarak, şimdi de Cain’i bağrına basacaktır. Çünkü Cain, O’na en kutsal yeryüzü varlığının ve üstelik en sevdiği insanın bedenini kurban etmiştir. Ancak Tanrı, nefretle karşılık verir Cain’e: Yeniden adil olası, mazlumu koruyası gelmiş ve Cain’i kardeş katili; dünyanın ilk katili ilan edip lanetlemiştir.

Cennetten kovulup karanlıklara gönderilir Cain. Nod diyarıdır sürgün yeri. Bir başınalığı ve ilkinden daha da incinmiş gururuyla orada durur zamanlar boyu. Ta ki o karanlıkta bir kadın belirene kadar... Lilith’tir gelen; Cain’in babası Âdem’in ilk karısı Lilith... Cain’e kendini tanıtır ve onu kendi mekânına götürür. Bir süre boyunca ağırlar onu; aç karnını doyurur, çıplak kalmış vücudunu örter ve en önemlisi de yalnızlığına dost olur. Bu dostluk ilerledikçe ve Lilith’in Cain’e sevgisi büyüdükçe, sahiplenmeden gelen kötülüğü de açığa çıkacaktır Lilith’in. Çünkü Cain, ilk yaratılan kadından nasıl güç sahibi olunacağını öğrenmek ister. Lanetli birine, bu gücü ele geçirmenin yollarını anlatmanın nasıl bir sonuç doğuracağını bilemese de Lilith, sevgisi üstün gelir ve Cain’in öğretmeni olur. Kendi kanını sunar Cain’e. Sonsuz yaşamı ve gücü elinde tutmanın, kendi türdeşlerini yaratmanın yollarını gösterir bir bir.

Gökyüzünün ak tarafındaysa – yine – genel af günü ilan edilmeye karar verilir bunlar olurken. Bir zamanlar Lilith’e olduğu gibi, Cain’e de bir melek – Michael – gönderilir Tanrı tarafından. Günahlarının bağışlandığı, suçunun af gördüğü söylenir. Oysa Cain hem güç kazanmıştır hem de gururundan bir şey kaybetmemiştir. Tanrı’ya sırt çevirir ve o anda Michael tarafından lanetlenir. Babasının lanetinden kurtulan Cain’in şimdiki ve sonsuza kadar sürecek olan laneti, ateşin her daim düşmanı olmasıdır.


Kutsal kitap olarak bilinen Tevrat ve Musevilik dinine bağlı olarak ortaya çıkan pek çok inanış, Lilith’ten ve yukarıdakine benzer bir kalıptan – Cain’e sunulan sonsuz yaşam ve kanla beslenme olgusu dışında – oldukça sık söz eder. Hatta Talmud adıyla bilinen, Tevrat’ın ikinci basımında Lilith dişi şeytan sıfatıyla tanımlanır. Lilith’in asiliği, erkek-egemen toplum yaratma amacıyla örtüşen ve en güçlü dinamik olan din tarafından, günahların en büyüğü olarak görülür. Çünkü Lilith’in asi yanı, kadını kışkırtır ve erkekle bir olma hakkını hatırlatır kadına. Yahudi mistikleri Kabalacılar’ın kutsal kitabı olan Zohar’da Lilith, aşağılandıkça aşağılanır. Çocukların canını alan katil tanımından öte, erkekleri baştan çıkaran ve onları akıl almaz günahlara sürükleyen iblis olarak gösterilir. Alev saçları, beyaz teni ve zehirli yılanıyla en umulmadık anlarda belirip, erkeklerin başını döndürür.

Hatta Zohar’da daha da ileri gidilir; Lilith’in Âdem’i, ayrılışlarından sonra da ayarttığı, onunla birlikte olduğu ve bu nedenle Âdem’in yüz otuz yıl boyunca cinsel perhizle yaşadığı söylenir. Bu perhizi bozmak için de elinden geleni yapmıştır Lilith; yine uykusunda Âdem’i ayartmış ve onun boşalmasını sağlayarak spermlerinden “insanlığa ceza” isimli yaratıklar dünyaya getirmiştir. Hikâyenin sonunda da “tohum hırsızı” öbeği eklenmiştir sıfatlarına.

Lilith, Âdem’in peşinde olduğu gibi Havva’nın da peşindedir aynı zamanda. Yasak Elma hadisesinden regl gününde Âdem’le birleşmesine kadar pek çok günahın altında hep Lilith’in kışkırtıcı sözleri yatar. İlginçtir ki Âdem’in işlediği suçlarda, Havva’nın saflığında ve hatta Cain’in Tanrı’ya sırt çevirmesinde dahi Lilith suçludur. Öyle ki Lilith dışında kimsenin hür iradesi yoktur sanki, tüm kötülükler O’nun başının altından çıktığı için diğerleri hep “zavallı”dır. Bu durum, bana sık sık Şeytan sorunsalını hatırlatır. Nasıl ki – özellikle üç büyük dinde – Şeytan asıl suçludur, insanlarınsa sadece hata payı vardır ve kimi zaman Şeytan’a karşı gelemedikleri için acizdirler; bu başlangıç hikâyesinde ve sonrasında günah keçisi olarak Lilith seçilmiştir. Tam da bulunduğumuz noktada, akla yine “bir kılıf bulma” ve “düzen sağlama” sorunsalı geliyor. Düşündürücü...

***

Lilith’e bahsi geçen kutsal kitap dışında, Sümer ve Babil mitolojilerinde, Gılgamış Destanı’nda – hatta ilk olarak burada rastlandığı söylenir – ve Filistin inançlarından etkilenmiş gnostik Yunan efsanelerinde de rastlanır.

Sümer ve Babil mitolojisinde Lilitu ismiyle anılan şeytani “umutsuzluk” dişisi, aslen, bu halka mensup olanların yaptıkları büyülerin vazgeçilmezlerinden biri olan rüzgârın ruhudur; rüzgâr hayaleti diye bilinir. Ancak şeytani olmasından mıdır yoksa bunları yaptığı için mi şeytani diye anılır bilinmez ama bahsi geçen rüzgâr, insanların başına felaketler açan, kötücül ve hatta ölüm getiren bir formdadır. Oysa Lilitu’nun bu özelliğinden ziyade, tıpkı Lilith gibi, erkekleri uykularında baştan çıkarmakla daha fazla ilgilendiği zikredilir. Musallat olduğu erkeği, kanını içerek öldürür.

Babil mitolojisinde Lamatsu ismiyle anılan ve kötü tanrıça olarak bilinen varlık da Lilith gibidir. Özellikle hamile kadınlarla ve yeni doğmuş çocuklarla uğraşır. Loğusa hastalığı olarak tanınan ve bizim kültürümüzde “al karası / albastı” diye kendine yer bulan hastalığın sebebidir. Kötücül Lamatsu, korumasız – yani muskasız veya tılsımsız – olan hamile kadınlara musallat olup onların, bebeklerini kaybetmelerine sebep olur.

Albastı inancı kültürümüzde – hala – oldukça yaygındır. Hamileyken çekilen anormal acıların, kan boşalmasının, nefes darlığının ve hayali dokunuşların hep bu sebeple olduğuna inanılır. Hamile kadınlar, anneleri eşliğinde hocalara taşınır ve muskalar yazdırılır. Albastıya maruz kalmış çocuk, tam tamına 7 yılını geride bırakmadan ne düğünlere ne cenazelere götürülür. Aynı zamanda kırk günü doldurmamış başka hamilelerin yanında da bırakılmaz.

Mezopotamya uygarlıklarından devam eder de Lilith’le özdeşleşen isimlere bakarsak, bunlardan birinin de İştar olduğunu görürüz. Aşk, şehvet ve bereketi simgeleyen İştar, oldukça popüler olan tapınak fahişelerinin de koruyucusuydu. Tapınağındaki fahişelerden biri de, İştar’ın ismi geçince Lilith’i anımsamamıza sebep olan Lil idi. Özellikle yine Babil mitolojisinde Lil, baştan çıkarıcılığı sayesinde konumuz kahramanıyla çokça benzeşir.

Antik Yunan inancında Lilith’in yansıması Hecate’dir. Emin olunan bir şey var ki Hecate, Yunanlılar’ın Filistin’den etkilenmeleri sonucu yaratılmış olmasıdır. Elbette bu etkilenimin daha pek çok sonucu vardır, fakat burada Hecate bizi daha çok ilgilendiriyor. Aslında Hecate’yi araştırmaya kalktığımızda onun hiç de kötücül olmadığını; aksine, annelik / bakirelik ve bilgelik kavramlarını temsil ettiğini görürüz. Bilhassa Pagan inanışında çok önemli bir yer bulur kendine Hecate. Belki de onu - sonradan - kötücül olarak tanımlayan şey, Hristiyanlığın Pagan kültürüne müdahalesidir, kimbilir.

Mısır ve Hindistan’a geldiğimizde Lilith’le benzeşenlerin lotus tanrıları olduğunu görüyoruz. Kötücüllüğün türdeş olmasından ziyade bu tanımın, ismin kökeninden geldiği söylenir. Zira bahsi geçen iki kültürde de lotus, hava-su-ışık gibi önemli elementlerin simgesi olup kutsal sayılır. Dini törenlerde lotus çiçekleriyle donatılır kutsal mekânlar.

Burada bir not düşmekte fayda var: Konumuzun kahramanı Lilith olduğu için Lamatsu’yu veya Lilitu’yu veya ismi geçen diğerlerini Lilith’e benzetiyorum. Yoksa tam tersinin de geçerli olabileceği, yani Lilith’in tüm bu varlıklardan ve kadim zaman anlatımlarından esinlenerek yaratıldığı da olasılık dâhilindedir. Kişisel olarak ikinci olasılığa daha çok inandığımı belirtmek isterim. Ucundan kıyısından bir miktar mitoloji ve din kavramı araştırdıysanız, günümüze kadar aktarılmış efsanelere baktıysanız görürsünüz ki çoğu birbirine benzer. İnsanlığın var olduğu ilk zamanda anlatılan bu öykülerin, daha sonradan gelen ve miladı başlatan kitaplı ve tek tanrılı dinlere çok fazla etkisi olduğunu görürsünüz. Örneğin Mezopotamya halkından bir kimsenin, kendisinden yüzlerce yıl sonra ortaya çıkacak bir kitaptan etkilenmesi biraz saçma kalıyor bu nedenle.

***


Kanla beslenen ve ilk vampir olarak tanımlanan Lilith efsaneleriyse daha özel bir gruba hitap ediyor. Fantastik kurgu tayfasının daha “kara” alt grubu tarafından kurulan World of Darkness, özellikle Book of Nod’daki yaradılış anlatımıyla büyüleyicidir. Yukarıda ucundan kıyısından dokunduğum, Lilith’in Cain’i buluşunu ve ona nasıl öğretmenlik yaptığını anlattığım bölüm Book of Nod’da çok daha detaylı anlatılır.

Mikael’in lanetlemesinden sonra Cain’e üç melek daha gönderilir. Üçü de aynı şekilde, Tanrı’nın affediciliğini sunar Cain’e. O ise her birini reddeder ve böylece hepsi tarafından ayrı ayrı lanetlenir. Gabriel’in laneti, Cain’i ışıktan mahrum kılar; artık O, karanlıkta yaşamına devam edecek bir varlıktır. Raphael’in laneti, Cain’e sürekli bir kendini iyileştirme gücü verir ki yaşamına kimse ve hiçbir yara son veremesin. Uriel ise Cain’e asla dokunmayacağını söyler ki ölümsüzlüğünü sabitlesin.

Gurur ve lanetler Cain’in Tanrı’ya ve yaşayan canlılara olan nefretini perçinlemekten başka bir işe yaramadı. Geçirdiği dönüşüm, aldığı lanetler sayesinde daha da belirgin hale geldi. Lilith’ten kanla beslenmeyi ve kendi türdeşlerini yaratmayı – embrace – öğrenen Cain, Book of Nod’ın vampirler tarihini de başlatmış oldu. Kuşaklar kuşakları izledi, birçok vampir klanı oluştu. Onlar artık insanların dünyasından bağımsız olarak bir de kendi dünyalarında çekişmeye ve farklı lanetler kazanmaya devam ettiler.

Fikrimce, Book of Nod, yaradılış efsanelerine de çok iyi bir alternatif sunar Lilith – Âdem – Cain üçgeni manasında. Yalnız burada garip bir çelişki de dikkatimi çekmekte: Mitoloji denen ve aslında insanlığın kültürel birikimini günümüze kadar taşımış olan o değerli hazine kadar önemli görülmez bu tür alternatifler. Bunlara daha çok eğlence veya olsa olsa edebiyat gözüyle bakılır. Yine de her tür olasılığın eşit derecede geçerli olabileceğini, çünkü ne ispatı ne de imkânsızlığı mümkün olmayacak mevzuular olduğunu da aklımda tutuyorum her daim.

***

Olaylar çeşitli açılardan farklılık gösterse de Lilith hep şeytani bir varlık, erkeklerin tohumlarını çalan bir hırsız ve kadınları, erkeklerin egemenliğini kabul etmeme yönünde kışkırtan bir fahişe olarak tanımlanır tüm öykülerde. Bu kavram öyle benimsenmiştir ki erkek-egemenliğin dayatılması manasında, günümüz Feministler’i dahi Lilith’in soyu olarak hor görülebilir. Bilim, ilim, irfan sözleriyle sarsılıp duran dünyanın bu yüzyılında bile “mitsel” bir varlığın bu derece anlam bulmasının altında sosyolojik ve hatta psikolojik pek çok neden – cabası, sorun – yattığı da barizdir aynı açıdan bakarsak. Dünyanın ilk zamanlarını veya cehaletle cebelleşen Ortaçağ’ı dahi mazur görebiliriz belki, ama bu tarz bir yaklaşımın hala devam ediyor olması, insanların kafasının oldukça karışık olduğunu ve hangi yönde ilerleyeceklerini seçemediklerini gösteriyor bana.

Birçok psikolog ve sosyolog, din ve inanç kavramına kendince bir açıklama getirmiştir. Bu açıklamaların “toplumu bir düzleme oturtup, insanları şekillendirme” başlığı altında toplananlarıysa daha makul gibi. Özellikle Hristiyanlar, Lilith’le tanıştıktan sonra, tıpkı Şeytan gibi ona da sıkı sıkıya yapışmışlar. Azizlerinin dillerinden düşmeyen “kadın erkeğe itaat edecek” eğilimli cümlelerin başlıca sebebi Lilith’tir. Lilith tüm asi kadınların, erkeklerine itaatsizlik edenlerin temsilcisidir. Sonları da tıpkı onun gibi lanetlenip Tanrı katından kovulmak olacaktır.

Mantığı elden bırakmadan düşününce dinin elinde çok önemli bir silah, bir korkutma aracıdır bu. Her nasıl ki gece karanlık ve ürkütücüyse, içinde bilinmeyen binlerce sır barındırdığı için veya sırf “net olarak görülemediği” için kötülükle bağdaşlaştırılıyorsa Lilith, Şeytan, Cain gibi varlıklar da kötücüllükle bağdaşlaştırılabilir.

Çok uzun zamandır kadınların büyük kısmı Havva gibi olmaya zorlanmıştır. Önümüzde sadece Havva gibi bir rol-model vardır. Böyle olmasına karşın hala hor görülür kadınlar. Çünkü ne kadar boyun eğici olursa olsun Havva da kadındır sonuçta. Âdem’i cennetten kovduran, yılanla bütünleşip yasak elmayı dalından koparan ve sonsuz yaşamı Âdem’inin parmakları arasından çalan da Havva değil midir? Havva’nın öyküsü de Lilith’inki kadar örnek olmalıdır bizlere.

Tabii ki sadece kadına rol biçilmez bu yöntemle. Erkekler de bundan nasibini alırlar: Âdem gibi “masum”durlar ne yaparlarsa yapsınlar. Biriyle yatarlarsa kadın tarafından kışkırtılmış olurlar. Güçsüzlerse aciz değildirler; sadece yeterince beslenmemişlerdir. Başarılı değillerse mutlaka onları yetiştiren annelerinde veya onlarla hayatı paylaşmaya çalışan kadınlarında vardır sorun.

Bizlere yüzyıllarca kötü ve iyi işte böyle öğretilmiştir. Yılan kötüdür, Lilith kötüdür, kadının eşitlik isteyeni kötüdür, gece kötüdür, Havva dahi bir parça kötüdür vs. Çünkü toplumu bir arada tutmak, kurallar koymak, güçlü olanın istediği düzeni sağlamasına boyun eğmek işte bu tarz korkutmalarla gerçek kılınabilir. Bu, bana göre, bir nevi insan kopyalamadır. Ne kadar asi olursak olalım, ne kadar kültür birikimimiz olursa olsun bizler de bu şekle sokulup, öğretilmiş kötü ve iyi kavramlarının birer kuklasıyızdır aslında.

Ahlak iyidir derken, iyilik güzeldir derken hangi kavramı ne için kullandığımızı veya bunları ne şekillerde açıkladığımızı bilmek gerekir belki de önce. Önce Lilith’i keşfetmek gerekir. Lilith’in acısını anlamak, öfkesine hak verecek yanlar bulmak gerekir. Çünkü sadece Âdem’i dinleyip söylediklerine boyun eğerek doğruyu yapmış olmayız. Ağızlarda pelesenk olan “beynimizin üstünlüğü ve büyüklüğü” kavramına da hakaret etmiş oluruz. Bazıları, kadın veya erkek olup olmaması önemsiz olmak kaydıyla, içlerindeki Lilith’i uyandırıp kan içmeye ve sonsuz yaşamı keşfetmeye başlayabilir zira dikkatli olun.

kaynak: kan güncesi