15 Nisan 2010 Perşembe

Instants

if i could live again my life,
in the next - i'll try,
- to make more mistakes,
i won't try to be so perfect,
i'll be more relaxed,
i'll be more full - than i am now,
in fact, i'll take fewer things seriously,
i'll be less hygenic,
i'll take more risks,
i'll take more trips,
i'll watch more sunsets,
i'll climb more mountains,
i'll swim more rivers,
i'll go to more places - i've never been,
i'll eat more ice creams and less (lime) beans,
i'll have more real problems - and less imaginary
ones,
i was one of those people who live
prudent and prolific lives -
each minute of his life,
offcourse that i had moments of joy - but,
if i could go back i'll try to have only good moments,

if you don't know - thats what life is made of,
don't lose the now!

i was one of those who never goes anywhere
without a thermometer,
without a hot-water bottle,
and without an umberella and without a parachute,

if i could live again - i will travel light,
if i could live again - i'll try to work bare feet
at the beginning of spring till
the end of autumn,
i'll ride more carts,
i'll watch more sunrises and play with more children,
if i have the life to live - but now i am 85,
- and i know that i am dying ...

Jorge Luis Borges

11 Nisan 2010 Pazar

What we want, What we get!


"The number of students majoring in Sociology has risen to an extraordinary degree since 1955. Let me give you a few figures: in 1955 there were 30 sociology majors, in 1959 163, in 1962 there were 331, in 1963 383. Now (1968) there are 626. In view of this I should be professionally blinkered in deed If I were to tell you how wonderful it is that so many of you are studying sociology!
If you compare the expectations ambitious of students with the professions they actually later adopt, the results are even worse. For example -and this is very interesting- only % 4 of sociology students originally wanted to work at a university whereas %28 of graduates have been absorbed into higher education. In another words, the university which produces sociologist, is also their main consumer, their primary consumer. This is a situation which, making somewhat free use all the language of pscyhoanalytic theory, I have called incestuous. In my opinion this is not a diserable state of affairs. On the other hand only %4 of students originally intended to go into market and opinion reserach whereas %16 have actually entered that profession. By contrast a relatively high number -%17- wanted work in journalism, radio and television, but only %5 of graduates have found employment there. With regard to Industrial and Company Sociology, %3 wanted to adopt this profession and %4 have actually taken it up - a somewhat better ratio -."

Adorno, Theodor W.

10 Nisan 2010 Cumartesi

Oldies make my day! - Ateş: Çingene Ruhum


90'lar hakkındaki düşüncelerim hala değişmedi. 80'lerin bir uzantısıdır. Ve 80'li yıllardan 2000'lere geçişte ergenlik gibi bir dönemdir. Sivilceli, kısa boylu, şişman bir ergen çocuktur 90'lar. Ne yazık ki benim ergenliğimde o yıllara denk geldi. Kabullenmeliyim bunu ki bugün hala zaman zaman kendimi dışlanmış, aldatılmış ve üzgün hissediyorsam bunun tam manasıyla sebebi o garip 10 yıllık dönemdir.

Bu dönemin ise en bi olmuş kategorisi bencileyin Türkçe Pop Müzik olmalı. Yonca Evcimik ile başlayan absurd sözlü şarkılar; Hadi Yine İyisin Tayfun, Kıl Oldum Abi Tarkan, Ortada Kuyu Var Yandan Geç Ozan gibi isimler ile devam etti. Bu isimlerin günümüzde Türk Popu'nun mihenk taşlarından sayılmasının sebebi de yine 90'lı yıllardır.

Ama kimisi var, tek şarkılıktı onların. Arkadaş ortamlarında ah neydi ya onun adı, o şarkı nasıldı bee diye beyninizi kemirir o isimler. İşte benim beynimi yiyen şarkıda bu. Aradan geçen 10küsur senede periodik aralıklarla aklıma gelir. Hatırlayamam Google olmasa.

Sevgilerimle,
Just enjoy the ride.

Lullaby for My Favorite Insomniac

Uyumak gelmiyor içimden yine.
Rüyamda korkuyorum diye.

Uykumu damıtıp şişelere dolduruyorum geceleri ve gündüzleri için misk yapıyorum. Buram buram uyku kokuyorum tüm gün, mis gibi yayılıyor etrafa korkularımın kokusu. Kokumu duyanlar esnemeye başlıyor karşımda. Yüzüme baka baka. Ve her onlar yüzüme esnediğinde biraz daha kapanıyor ruhumun kapıları.



8 Nisan 2010 Perşembe

Santa was Unavailable

bazen yazamıyorum.
şimdi de bazen.

6 Nisan 2010 Salı

Life is not fair! Just get over with it or kill yourself!

İçimde çok mutsuz, hastalıklı bir parça var.
Son ses arabesk dinleyebilen, dinlemek isteyen bir parça bu. Bileklerini keserek intihar etmek isteyen bir kadın paçavrası. Biraz dikkatsiz, koca kafalı, şişman bir parça.

Sıkıcı, çoğu zaman histerik. Ağlak, bağırak, yumuşak, apalak bir kadın taşıyorum içimde.

26 Kasım 2004-06 Nisan 2010
Ruhuna el fatiha!



Look at us baby, up all night... Tearing our love apart

Bir varmış bir yokmuş.
Yükseleceğine alçalan bir güneşin aydınlattığı soğuk ve mutsuz bir ülkede yaşayan 3 kişi varmış. Bir adam ve iki kadın. Tek bir adamı seven iki kadın yaşarmış bu ülkede. Kadınların birbirlerinden haberi yokmuş ama adamın ikisinin de gözlerine dalıp saatlerce yüzdüğü ve derin aşkları keşfettiği aşikarmış. Günlerden bir gün, zamanın kuytu köşesinde saklanan bir ulak, ufak adamlarla iki kadının da tam ortasında durup bir dilek tutmuş. Önce haberlerini iletmiş, sonra dileğini tutmuş. İki sağında iki solunda dört yeşil göz ulağa bakıp susmuşlar. Sessizce düşünmüşler, birbirlerinin düşüncelerini okumuşlar suskun, soğuk ve mutsuz ülkenin karanlık sokağında. İlk kadın, demiş ben yaşayamam artık. Ben gidiyorum, sen mutlu ol! İkinci kadın demiş, "gel sen de gör bizi! Adımı maviye boyamışlar içine de biraz su koymuşlar. Ben onun kıyısındayım."
Birinci kadın, biraz durmuş. Acele gitmesin, eceline gitmesin diye. Sonra tamam demiş "geliyorum". "Sen git, beni bekle. Ben adamı da görürüm o zaman."

Yükseleceğine alçalan güneşi izlemiş, ayın yerinde uzanan ak sakallı dedeye el sallamış. Sonra şimdi zamanıdır diye, çıkmış yola. Adını maviye boyadıkları içine de biraz su koydukları boşluğa doğru yürümüş. Adam birinci kadını görünce, korkmuş. Telaşlanmış. Gölgesi uzamış. Sonra da topuklarını bileyip hızlandırmış adımlarını. O kadar hızlı koşmuş ki, her nefes alış verişinde arkasına bakıp da gülmüş ki birinci kadının kalbi paramparçaya ayrılmış. Nasıl ayrılır bir insanın kalbi paramparçaya? Masal bu ya, gerçek hayatta insanın kalbi parçalanmaz ki. Sadece acır, kırılır belki. Ama masal bu ya, birinci kadının kalbi camdanmış sanki de tuzla buz olmuş o an. Durmuş, koşmuş, durmuş. Ağlamış. Ölseydim keşke!

Birinci kadına çok yalan söylemiş adam. Hep yalanlarının arasına birkaç güzel cümle, bir kaç sevgi sosu ekleyip yedirmiş birinci kadına. Tam 6 sene yapmış bunu. Birinci kadın, o kadar yaşlanmış ki adamın aksine. Kolları uyuşur olmuş artık. Yüzü kırışmış artık. Ve saçları beyazlamış.

İkinci kadın metaneti korumuş, birinci kadın gibi atmamış kendini yerden yere. Üzgünmüş ama, belli etmemiş. Dinlemiş, susmuş arada sorulan sorulara cevap vermiş. Ama birinci kadın, histerik seslerini kontrol edemiyor bağırıp ağlamış, ak sakallı dedeyi uyandımış. Gök yere düşmüş, birinci kadın bulutlarda yürümüş. Ağlayıp sızlanarak, acı çekerek!

Bulutlar kaybolmuş. Birinci kadının basacak bulutu kalmamış. Sonra boşlukta açılan bir delikten düşüvermiş yerin dibine. Derler ki, birinci kadın yerin dibinde kendi cehenneminde her gün ağlayarak uyanıyor! İkinci kadına ne olduğunu bilmiyoruz. Adam?

Makes something inside me die

4 Nisan 2010 Pazar

Every great artist has the sense of provocation



"ben ki biri keman çalsa yaşama hırsıyla dolar taşarım,
kendimi zevkten öldürebilirim
bütün kadınlar için aşktan ölebilirim,
bütün şehirler için gözyaşı dökebilirim,
buradayım,
çünkü hayata başka çözüm yolu yok"

gibi!

Kanatların olsa uçucakmışsın gibi!

I got a certain little girl, She's on my mind


Bazen kendimi görülemeyeceğim bir yere misafirliğe götürmek istiyorum.
Kendimle olan misafirliğim uzun sürebilirdi. Dinlerdim kendimi, neyi sevdiğimi, neleri yapmaktan mutlu olduğumu sorardım kendime. Bir süre otururduk deniz kenarında, martıları beslerdik, durgun suda düz taşları sektirirdik.
Bisikletimize biner rüzgara karşı pedal çevirmeye çalışırdık. Yeşil çimlerin üzerine uzanır, güneşi seyrederdik. Ayaklarımızda kumdan ayakkabılarımız eve dönerdik. Bahçeden taze domates, biber falan toplayıp salata yapardık kendimize.
Hamakta uyurduk! Sadece bizim duyabileceğimiz kadar açardık müziğin sesini, ve dans ederdik çıplak ayaklarımızla.
Kendimle başbaşayken yorgunluğumdan eser kalmazdı. Kendimi sevmeyi öğrenirdim. Kendimi tanımaya çalışırdım. Kalbimizi kıranlardan konuşurduk uzun uzun. Sonra yağmur yağardı güneş gidince. Biz de yağmuru seyrederdik!

Yağmur bizi ıslatırdı.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Norwegian Wood

En çok sabahı seviyorum, dedi Naoko. Sanki her sey yeniden başlıyor. Ama öğleden itibaren, içime hüzün çöküyor. Ve en çok da akşamdan nefret ediyorum. İşte her gün, böyle yaşayıp gidiyorum...

I do not dare deny the basic beast inside

Hep bıraktığın yerdeyim. Bana verdiğin kitapları okuyorum. Müzikçalarımda unuttuğun kaseti dinliyorum başa sarıp sarıp.
Sen gittiğinden bu zamana, deniyorum kendi kasetlerimi dinlemeyi, kendi kitaplarımı okumayı. Hani biraz olsun ilerlemeyi deniyorum sensiz. Ama beceremiyorum.
Sen geldiğinde beni aynı bulma diye elimden geleni yapıyorum.

Yok. Olmuyor. Ben paranoyak bir mazoşist olarak kaldım. Yok. Olmuyor.

1 Nisan 2010 Perşembe

Because we were young..Because we were gone!

Karnımın ağrısından duramıyordum o gece. Etim kemiğimden sıyrılıyor gibiydi. Sanki birileri sorgusuzca midemin içinde çılgın bir parti veriyor, hücre duvarlarımda bass tonu yüksek şarkılardan oluşan bir playlistle coşuyordu.
Sebebini bildiğim sancım anneme hüzün veriyor, onu mutsuz edip duruyordu. Karnımın içinde büyüyen bir gaz bulutu vardı ve bir big bang olasılığı üzerinde karar kılmış gibiydim. Annem her dakika başında -Kızım yoksa hamile misin? diye soruyordu. Ama hamile olsam 9 ayı 9 dakikada mı yaşarım anne?

Daha fazla dayanamadım acıya. Kusamadım. Ağlayamadım. Acımı dindiremedim. Kardeşim henüz 18ini doldurmamıştı ama beni hastaneye götürebilecek kadar büyük hissediyordu kendini. Sonunda hastanenin acilinde acilen tedaviye alındım. Doktor, halime acıdı. Acıyan karnıma asit dengeleyeci bir iğne yaptı. Sordu, aniden sinirlenmene sebep olabilecek bir sıkıntı mı yaşadın? Konuşamadım.

Sıkıntımın sebebi, İstanbul'da anne. Bir ulaşsam telefonla belki iner bu karnımın şişliği. Annem kendi telefonundan ben kendi telefonumdan arıyoruz sıkıntımı. Ama ulaşamıyoruz. Aklıma geldi. Benim ve annemin numarası dışında bir numara olmalı. Ama telefon defterinde de kayıtlı olmalı. Ortak arkadaşlarımızdan birini aradım. Dedim -A., ben hastanedeyim şimdi. (Gözyaşlarımı ve akan sümüklerimi yaladım. Bir nefes aldım.) Senden rica etsem sıkıntımı arayıp bulur musun? Ona söyler misin, Işıl hastanede?

Sızlanmaya başladım yerimde. Hala kusamadım. Sanırım 2 ya da 3 dakika geçti aradan. Telefonum çaldı. Sıkıntının sesi, Fransız öpücüğü ile gittikleri neşeli ve gürültülü bol alkol kokulu bir rock bardan geliyordu kulağıma. -Alo? Noldu?
Şey, ben hastanedeyim. (Akabinde bir şelaleydi gözyaşlarım, bir deli nehirdi üzerinde rafting yapılabilecek.) Seni çok özledim. Ne zaman gidiyor, O?
-Belki Salı. Merak etme yanında olacağım.

Salı gelmedi. Çarşamba gelmedi. Perşembe gelmedi.

Geldiğinde suratımı kullanıyordum çorba içmek için. Kaşık kadar kalmış suratım ve ağlamaktan şişmiş gözlerim.

Sıkıntı geldi sonra. Suratında bir tekerlek izi. Motordan düşmüş. Sıkıntı benimleydi tam 1 yıl. Ve o bir yıl boyunca beni sevdiğini söyleyip Fransıza gitti.