4 Nisan 2009 Cumartesi

Overlok Pakedi

Genç yaşta ölen insanlar için neden "Allahın sevdiği kuluymuş!" denir? Biz Allah'ın sevdiği kulu değil miyiz lan?

Sometimes;

...i think that i have a tandency to commit suicide!
...i hate myself to be jealous of somebody's life that i believe it is perfect!

Ridiculous Human-Being

Bugün kardeşimin kız arkadaşı geldi eve, sabah kargalar uyanmadan. Öncesinde annemle babam yazlığa gittiler, yine en erken saatte. Aslında uyanmam gerekiyordu onlar giderken, seslerini duydum ama kalkamadım yataktan. Gece uyumadan "Tabu" diye bir belgesel izlediğim için sanırım, rüyamda yine abuk sabuk şeyler gördüm. O yüzden uyanasım yoktu, uyansaydım belki böyle olmazdı. Bilmiyorum. Olan da şu: Sabah kardeşimin kız arkadaşının sesi ile kalktım yataktan. Aslında pek bir şeyim yoktu, ama kahvaltı hazırlarken birden kötü cinlerim sağ omzumu da ele geçirip iki yandan saldıraya geçtiler bana karşı. İyi niyetimi, gülümsememi alıp yerine kocaman bir üçgen sonlu kırmızı kuyruk ve başımın üstünde yanıp sönen iki adet kırmızı boynuz bıraktılar. Nasıl oldu anlamadım, suratım düştü. Kardeşimin her kelimesine uyuz bir dille karşılık verdim, yapmamam gerektiğini bile bile uyuzlaştım işte.
Sonra suratım giderek çirkinleşti, hissettim ben onu. Sonra da yapayalnız kaldım. Kardeşim kız arkadaşıyla odasında, içeriden gelen garip kokulu kahkahalar ile beni salonda yalnız başıma bıraktı. Ben de aptal bir teenage filmi izledim.
Arada ders çalıştım. Yapacak bir şey bulamayıp sigara içtim bolca. Sonra karnım acıktı, yarım muz yedim. Sonra oturup sefil halime hayıflandım.
Etrafımdaki insanların benden uzaklaşmalarını izledim.
Ben buyum çünkü. Başkaları ile yapamıyorum. Herkesi incitiyorum, hiçkimseyle anlaşamıyorum. Yalnız başıma ölmeye mahkumum.
Paint it black!

Make a Move

Söylediklerimden, yaptıklarımdan, konuştuklarımdan, harflerimden, kelimelerimden ve onların oluşturduğu anlamsız cümlelerden, suratımdan, yerli yersiz çıkan sivilcelerimden, yalnızlık hissinden, olamamışlıktan, ucundan kıyısından hayata tutunmaya çalışmaktan, sokaktaki adamlardan-kadınlardan-arabalardan, hep bir yere yetişmeye çalışıyormuş gibi olmaktan, yalanlardan, huzursuzluklarımın sadece rüyalarımda üzerime binip hareket etmem için popoma vurmasından, dehlerden, çüşlerden, bahar yorgunluğundan, perişanlıktan, mutsuzken mutlu taklidi yapmaktan, gereksiz kaprislerimden, başkalarını üzmekten....
daha da uzar gider bu!!!

pek çok sıkıldım!

31 Mart 2009 Salı

sort of windbag

Havalar iyiden iyiye ısınmaya başladı, epey iyi oldu. Bu bahar şahane bi şey aslında ama insanı biraz yoruyor, kırıyor vücudu. Evde yuvarlanmak, çimlerde yuvarlanmak, deniz kenarında yuvarlanmak istiyor insan. Oysa ki nereye yuvarlanıyorsun demezler mi insana? Senin önünde eşek yüküyle sınav var, otur çalış onlara! Hadi kızcağızım, demezler mi?
Derler tabii. Bu havalarda canım hep Ankara'da olmak, bahar şenliklerinde doya doya sarhoş olmak istiyor. Bolca müzikle içimi temizliyeyim istiyorum ben hep, böyle havalarda.
Yaşım binikiyüz de olsa bunu hep isteyecek deli gönül. Ah, deli gönül ve hatta kavanoz dipli dünya.
Bugün Rejimdeyiz'in ikinci günü. Gayet başarılı gidiyorum. Dobişko göbeğim 2 ay sonra Kate Mossvari olacak, buna can-ı gönülden inanıyorum. İnanmak başarmanın yarısıdır efenim. Zaman zaman canım çikolata ve türevlerini çekmiyor değil ama ne yapacaksın, yaz geliyor. Göbeğimi içime çeke çeke denize girmek istemiyorum.

Sevgiler.

28 Mart 2009 Cumartesi

Günün Sözü

Tamamen babamdan geçen bir alışkanlık olduğunu bilsem de saatli maarif takvimi yazılarını okumaktan epey hoşlanıyorum, bir nevi geleneksel bir hava katıyor bence duruma. Uzay çağı falan demeden tek kapılı buzdolabı günlerini anımsatıyor bana. Kafa kağıdım yaş konusunda bana torpil yapsa da içimde bir dinazor kadar yaşlı ruh barındırıyorum.
Mutfağa uğradım az önce.
Günü geçmiş bir takvim yaprağı vardı masanın üzerinde. İlginç bir cümle vardı; "Alkış zayıfların amacı ve sonudur." Colton isimli bir adam söylemiş. Tam adı Charles Caleb Colton, ingiliz asıllı bir yazar ve düşünür. Birçok özlü sözü var, günün sözü olabilecek kıvamda. Düşündüm ki eğer alkış zayıfların amacı ve sonuysa bazı insanların alkışlarla yaşaması garip bir paradoks. Yani herkes alkışı, alkışlanmayı takdir edilmeyi sever değil mi? Sırf öldükten sonra da anımsanmak için böyle baba sözler eden insanlar var mesela. Eminim bu adamlar da içki sofralarında böyle özlü laflar edilince alkışlanmışlardır. Bravo üstat, iyi düşündün! gibi pohpohlanmışlardır, Winnie The Pooh diyesim geldi.
...
Aslında özlü sözler çok acaip. Bi aralar çalıştığım çokkatlı eğitim kurumunun gözde hocası sonradan kariyer danışmanı oldu kendisi, bir adamcağız vardı. Sırf daha iyi şartlarda yaşayabilmek, iyi marka bir arabaya binebilmek için böyle süslü lafların çıktısını alır o çokkatlı eğitim kurumunun duvarlarına çiçekli böcekli posterler eşliğinde asardı. Becerdi de kerata. Pek sevmezdim kendisini.
...

Çok Derin Bir Devlet;

Aslında ben hiçbirşeyim. Hiç bir ideolojik düşünceye yakın değilim. Bir bakıma sahipsiz bir beynim var, ya da başkalarının sahip olamadığı. Sadece bana ait olan bir beynim var. Faşist değilim, komünist değilim, cumhuriyetçi değilim. Sadece kişisel özgürlüklerimin kısıtlanmasından yana değilim. Bildiğim bir şey de her zaman sorgulayan zihnimin zaman zaman unutması. Sadece bu kadar.
Garip oyunlar oynandığını da adım gibi biliyorum aslında. İki tür vardır: 1) Yönetenler ve 2)Yönetilenler.
1. grup kendi çıkarları için 2. grubu kullanırlar, güderler, sularlar, beslerler. Mesela 2. grup bir sebze tohumu olsun. Eksinler 1. grup onları tarlaya. Çapalasınlar, suyunu versinler. Güneşe falan ihtiyacı vardır, azıcık ucundan özgürlük koklatsınlar ya da ilaçlasınlar mikrop kapmasın diye. Olgunlaştığında o sebzeler 1. grup onları sorgusuz sualsiz toplar ve hafif ateşte kavurup koca göbeklerini doyurmak için mideye indirir. Dünya varolduğundan beri bu böyle olmuştur. (Ben bir dinazor kadar yaşlıyım çünkü.)
...
Babam sağ görüşlüdür benim. Milliyetçidir, sever kahramanlık hikayelerini. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendir babam. Dogmatik inançları vardır mesela: onun yanında din eleştirilemez. Ben cennete de cehenneme de inanmıyorum diyemezsin mesela. Sadece Allah'a inanıyorum, peygamberler ancak ve ancak filozof olabilir diyemezsin. Mesela, Hz. Muhammed'in sosyopat olduğunu söylersen senin cehennemde cayır cayır yanacağını düşünür ve kızar. Babama şeytan kavramının ve cehennem görüntüsünün Osiris'in dininin zamanla Mısırlılar arasında sembollere tapınma ve puta tapma inancından devşirilerek tek tanrılı kitaplara girdiğini asla açıklayamazsın. Öyle bir insan. Yapacak bir şey yok. Ne kadar tartışırsan tartış o seni dinlemez ve sadece Yazııklar Olsun! der. O kadar. Sen de hırsını alamayıp nefes alışverişin hızlanmış bir şekilde bir yere oturur sakinleşmeyi beklersin.
...
Babam, Kurtlar Vadisi'ni sever. Bir çok faşizan görüşe yakın insanın sevdiği gibi. Geçenlerde onunla oturmuş ben de seyre dalmıştım. Aslında doğruyu söylemek gerekirse epey sürükleyici bir dizi. "Vay canına yandığım" gibi bir dizi cümleyi ağzınızdan atmosfere doğru fırlattıjtan sonra kendinizi ütopik bir yeraltı dünyasında bulabiliyorsunuz. Gerçi ne kadar ütopik olduğu tartışmaya açık! Bir kaç hafta önce işte aynen bu düşünceler beynimde yolculuk ederken, bir helikopter patlaması oldu dizide. Bağlantı kuramıyorum, kim kimdir bilmiyorum. Sadece başka birinin sesinden epey karizmatik bir adam imgesi olan Polat Alemdar'ı tanıyorum. Helikoptere binen adam, önemli biriymiş ve elinde bir dosya var ve sanırım onu "Ankara"ya ulaştırmaya çalışıyor. Buraya kadar herşey normal. Yani pek değil aslında ama mafyavari bir dizi için epey normal sayılır. Şaşırmıştım ben de. Sonra da tekrar hatırlamak için beynimin bir köşesinde saklamaya aldım bu görüntüyü.
...
Bu bölümden tam iki hafta sonra BBP Başkanı kimilerine göre anı şanı yüksek, kimilerine göre gereksiz olan Allah'ın bir kulu olan Muhsin Yazıcıoğlu'nun içinde bulunduğu helikopter düştü, kayboldu. Neredeyse bir haftadır koskoca ülkenin jandarması, sağlık ekipleri, polisi, sivili ne kadar vatandaş varsa helikopteri arıyor. Sadece helikopter değil Muhsin Yazıcıoğlu'da kayıp. Sonunda helikopter bulundu. Peki Muhsin Yazıcıoğlu nerede?

Garip değil mi?

Sevgiler.

It is all about;

Herşey tarihle ilgili ve mitoloji ile ve sanatla ve müzikle ve yolculuklarla ve edebiyatla ve çizgi filmlerle ve animasyonla ve tiyatroyla ve sinemayla ve yemek yemekle ve su ile ve matematikle...

Let's Vote!

Yarın şu gerzek belediye belediye seçimleri yapılacak. Biteceği için çok memnunum. Bu tarz şeylerden hiç hoşlanmıyorum. Adayların binlerce lirayı çöpe atmaları, yalandan vaatlerle etrafta seçim öncesi yalakalık yapmaları bence hiç hoş bir davranış değil. Kaba ve kibirli buluyorum bu tarz şeyleri. Zaten yakında İslam devrimi olacak ve ben de Engizisyon Mahkemesinde cayır cayır yanacağım. Bunun olacağını düşünüp, yanınca nasıl koku çıkaracağımı merak ediyorum. Kendimce kimseye kötülüüğü olmayan, pek de sağlıksız şeylerle beslenmeyen bir insan olduğum için etim yandığında kötü koku çıkartmaz diye tahmin ediyorum. Yani bir kuzu çevirme kadar lezzetli olabilirim.
Halkın %50sinden daha fazlasının cahil olduğunu düşünüyorum. Cahilliğin üniversite eğitimi ile falan da ilgili olduğunu tartışmıyorum. "ne insanlar gördüm üzerinde elbise yok, ne elbiseler gördüm içinde insan yok .", demek istedim birden.
25 yaşındayım ve hayattaki herşeyin politika ve ekonomi ile ilgili olduğuna eminim. Belki 3o'umda bu fikirden cayabilirim. Belki ben de karaktersizin önde gideni olabilirim. Şu an tek bildiğim, hangi siyasi düşünce olursa olsun hepsinin içi boşaltılmış yerine de havagazı doldurulmuş olduğudur. İster komünel ister faşizan olsun bütün ideolojiler salt birilerinin sırtını sıvazlamak üzerine kuruludur. (Büyük laf ettim, üstat.)
Sevgiler.

Bud Powell

Sürekli bir şeyler düşünüyorum, sonra da ne düşündüğümü unutuyorum. Hayatım böyle sıradan ve anlamsız düşüncelerle geçiyor. Haruki'nin kitabını bitirmek üzereyim. Bu sıralar çok keyifli kitaplar okuyorum ve bu çok güzel bir şey. Yıllar önce severek okuduğum bir kitabın yazarı (Ayfer Tunç) yeni bir kitap yazmış. Bu hafta içinde onu almak istiyorum. Unutkanlık sorunumu çözmek için ilaç kullanmamı önerdi annem, ama kimyasal olan herşeyden nefret ediyorum. Beynimin uyuşmasını istemiyorum bir nevi sanırım. Gerçi arada bir antidepresan alıyorum ama bu tamamen huzurlu uyuyabilmek için. Çünkü geceleri yatağa yattığımda çok kötü rüyalar görüyorum. Ve bazen buna dayanamıyorum. İşte o anlarda antidepresan iyi geliyor.
...
Annem bana bir kazak örüyor. Ama her ördüğü bir diğerinden daha berbat oluyor. Bunu ona söylemiyorum sadece -gerek yoktu annecim, zaten kış bitiyor! gibi gereksiz geçiştirme cümleleri kuruyorum. Zaten de kazak tarzı şeyleri pek sevmiyorum. Çok üşüdüğüm için giymek zorunda kalıyorum ama genel olarak tercih ettiğim bir şey değil. Ağır hissettiriyor bana. Olduğumdan daha şişmanmışım gibi. Yine de bu aralar çok kilo aldım sanırım.
Yün denen şeyin toplu halde olanına "çile" denmesi çok garip bence.
...

Takvim Arkası

Mesela ben küçükken, özellikle seksenlerde annemle ya da ananemle alışverişe gittiğimizde ve ihtiyacımız olan-olmayan ne varsa alıp da eve geldiğimizde ananem dedeme, annem de babama "herşey ateş pahası vallaaa" diye şikayet ederdi. Kelimelerin anlamları üzerine çok kafa yoruyum, bu da bir nevi delilik göstergesi olabilir.

Ateş Pahası anlamı;
Günün birinde "Dünya hakanlarına taç giydirmiş, sultanların sultanı, tanrının yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı, Sultan Bayezid Han Oğlu Sultan Selim Han Oğlu Sultan Süleyman" nam-ı diğer Kanuni Sultan Süleyman; avdan dönerken müthiş bir yağmura tutulmuş ve iliklerine kadar ıslanmış. Soğuktan ve ıslaklıktan tir tir titreyerek önüne çıkan ilk kulübenin kapısını tıklatmış. Kulübenin sahiplerine kendini tanıtmadan biraz ısınmak istediğini belirtmiş. Gelen tanrı misafirinin bu dileğini kırmayan ve haline acıyan köylü kapıyı ardına kadar açıp onu içeri davet etmiş. Padişah ateş karşısında ısınıp kuruduktan sonra yavaş yavaş neşesi yerine gelmeye başlamış ve karşısında ısındığı ateşin değerinin yüz altın edebilecek kadar kendisine iyi geldiğini söylemiş.
Üzerindeki kıyafetler kuruyup, padişahta ısındıktan sonra kulübenin sahibi köylüye kesesinden 3 altın çıkararak uzatmış. Bunun üzerine köylü, padaişahın nüfuzlu biri olduğuna karar verip -Biraz önce bu ateşe yüz altın değer biçtiniz beyim, bari ateşimin parası olarak kendi biçtiğiniz değeri verin, demiş.
Bu yanıt üzerine Kanuni, köylüye yüz altın vermiş.
Ateş Pahası deyimi de böylelikle dilimize yerlemişmiş.

Pek inandırıcı değil bence.

Sevgiler.

27 Mart 2009 Cuma

Please!

Ne kadar yıparttık birbirimizi!
Hem de ne kadar tutkulu sevdik birbirimizi!
Sen gittiğinde de ben hep bekledim, di mi?
Zaten bundan oldu her şey. Ben sana taptım, sen beni yüz üstü bıraktın. Sonra ben sana inanmaktan vazgeçtim ve sen kayboldun. Hala birbirimizi arıyoruz karanlık sokaklarda, ama ben artık yoruldum. Gözlerim yeterince iyi seçemiyor artık karanlıkta ve biraz "personal space"e ihtiyacım var. Hep sen isterdin ya, biraz ayrı kalalım, kendimi toparlamam lazım diye! Şimdi, it is my turn!
Ne istiyorum biliyor musun?
Bahar gelsin, yağmurlu günler güneşli günlere bıraksın yerini. Bisiklete biniyim, denize giriyim. Biraz kendimle baş başa kalıyım. Ayaklarım nasırlaşıncaya kadar yüriyim istiyorum. Sadece yalnız olmak istiyorum! ve sadece Bahar'ın gelmesini istiyorum. Güneşten tenimin yanmasını istiyorum ve deli gibi bisiklet binmek istiyorum!
Ama hep kendimle yapıyım bunları.

Eğer hala beklersen, değişmişsen ve ben de iyileşmişsem belki seni yeniden sevebilirim!
Ama önce üzerimdeki şu ölü toparğını atmalı, yaralanmış egomu iyileştirmeli ve özgüvenimi geri kazanmalıyım!

Sevgiler.

P.S: İnsan uzun süre aynaya bakınca, kendine ne kadar da yabancılaşıyor! Bedenimiz gerçekten de emanet!

Wonders Never Cease

Şu sıralar Naoko'nun bana verdiği kitabı okuyorum. Haruki Murakami'nin İmkansızın Şarkısı kitabın adı da. Ve yine her okuduğum kitapta olduğu gibi bunda da kendime uygun bir karakter buldum ve onunla bağdaştırdım kendimi. Aslında Vatanabe'yi çok uyumlu buluyorum kendimle, yalnız kalma isteğini anlıyor ve takdir ediyorum. Olaylara bakış açısını çok beğeniyorum. Ama kitaptaki karakter ismi olan Naoko'nun kendini akıl hastanesine kapatma isteğine olan yakınlığımın yerini hiç bir şey alamaz. Çünkü son zamanlarda, özellikle Enki'den ayrıldığımdan bu yana sinirlerim çok bozuk. Hiç mutlu değilim, ayrılığımızın bunda etkisi büyük ama sadece o değil. Bana sarfettiği cümleler ve bana olan davranışları, işsizlik, ülkenin ve dünyanın boktan durumu.. ve tonlarca ufak sinekler etrafımda vızıldıyormuş gibi ben gerçekten hiç birini öldüremiyorum.

O kadar uzun zamandır huzurlu bir uyku uyuyamıyorum ki, zamanını hatırlamakta güçlük çekiyorum. 1 ay? 1 yıl? bilemiyorum.
Kabuslarla ve sayıklamalarla geçiyor uyku saatim. Bütün gün gülünecek komik şeylere tebessüm ediyorum, ya da acaip sesli kahkahalar atıyorum. Herşeyden korkuyorum. Tırsak ve pırsık oldum. Kendimi anlayamıyorum. Bir akıl hastanesine ya da ağaçları bol, yeşillikli bir yere gidip bir süre dinlenmek istiyorum.
Misafir miyim ben?
Hiç bir yere ait değilmişim gibi bir hissim var.
Bu ne zaman geçer?

25 Mart 2009 Çarşamba

Modern Slaves

Bugün yazmam gereken bir "persuasive essay" vardı. Konusu kendi çocuğuna sahip olma yerine evlat edinmeyi tercih etmek idi. Yani ya evlat edinmenin iyi bir şey olduğunu savunmam gerekiyordu ya da tam tersi. Ben tam tersini savunmayı seçtim. Aslında evlat edinme durumu ile ilgili bir sorunum yok ama kişisel görüşüm yasal olmayan yollardan evlat edinmenin insan kaçakçılığını ya da insan ticaretini destekler niteliğinde olması. Bu yazıyı yazarken arada bir açıp okuduğum Kevin Bales'in kitabından da yararlandım. Kendisi freetheslaves.com adresinin kurucularından. Bu bilgili kişi referans alınarak dünyada iyi niyetli bir tahminle aşağı yukarı 27 milyon köle olduğu varsayılabilir. Aslında diğer örgütler bu rakamın katbekatınının varlığını bildiriyorlar: yaklaşık 200 milyon kadar. Şu an klavyesine dokunduğum bilgisayardan, sokakta çocukların oynadığı plastik toplara kadar kullandığımız tüm "şey"ler kölelerin ellerinden çıkıyor olabilir. Bu yardıma muhtaç insanlar ya da özgürlüklerini bekleyen insanlar hastalandıklarında ya da herhangibir yerlerini incittiklerinde ya terk ediliyorlar ya da ölüme bırakılıyorlar. Kadınların birçoğu şiddete maruz kaldıkları ve aç bırakıldıkları sözde modern ülkelerin lüks evlerinde hizmetçiliğe zorlanıyorlar ya da fuhuşa.
Japonya, Fransa, Amerika gibi gelişmiş ülkelerde kölelik yön değiştirerek artıyor. Para ekonomisi güçlendikçe ve kapitalizm kendi zenginlerini yaratmaya devam ettikçe kölelik yok olmayacak hatta daha kötü şartlarda devam edecek diye düşünüyorum.
Her illegal yoldan bebek sahibi olmak isteyen ailenin bu durumu düşünmeleri gerekir bence. O bebek, annelerinin kucağından daha tek dama süt emmeden kaçırılıyor olabilir. İnsan ticareti çağımızın en büyük sorunlarında. Ama hali hazırda bu konu ile ilgilenen birkaç örgütten fazlası yok.

Sevgilerimle.

24 Mart 2009 Salı

Bitiş Çizgisi

Bugünkü Vatan Gazetesi'nin son sayfasında (evet biz Vatan Gazetesi okuyoruz) içimdeki Baba Vanga'yı ortaya çıkaran birtakım haberler vardı, sütun sütun. İlk kocaman kare dünyada aynı gün olan 3 adet uçak kazasının haberini veriyordu. Sol alt köşede Robot Manken, sağ orta köşede sebepsizce ölen balina ve yunusların sahile vurma haberi ve diğer boş kalan yerlerde de okyanusa açılmak istemeyen penquenler ve sarhoş olan maymun haberi. Olayın tuhaflığı belli ki benim beynimin kimyasalları ile alakalı. Ama çok garip geldi. Yani katlanarak artan uçak kazaları, insanların yavaş yavaş evrimleşmesi ile çok yakında aramızda dolanacak olan artificial intelligence'lar. Tüm bunlar beni çok korkutuyor. Evet, biraz ananem gibi davranıyor olabilirim, çırıl çıplak sokağa fırlayıp "Dünyanın sonu geliiiyooorrrr!" diye bağırmama az kaldı belki de. Belki de bu aralar aldığım kilolar ile baş edemiyorum. Ama sebep ne olursa olsun, dünya tüm hızıyla inanılmaz bir değişim sürecine giriyor ve gidişat canımı sıkıyor. Evden çıkmak istemiyorum! Bir köye yerleşesim var.

Korku İmparatorluğu

Dün gece -doğumgünüm vesilesiyle- Naoko'da kaldı. Pek kıymetli peder ve validesiyle tanışarak sohbet etme forsatı yakaladım elbette. Farkettiğim bir şey var bu konuşmalar neticesinde: ben artık herşeyden korkar olmuşum ve paranoyam obsesif bir hal almış. Sevgili arkadaşım Naoko'nun babası artık emekli olmuş, cumhuriyete sıkı sıkı bağlı bir asker. Tesadüfen ortamda başka bir emekli asker daha vardı. Hazır onları bir arada yakalamışken çenemi tutamayıp yaklaşan seçimler ve zamanımızın iktidar yönetimi ile ilgili bir kaç laf ettim. Naoko'nun babasının sönmekte olan ateşini yeniden alevlendirmişim farkında olmadan. İran yönetimi ve bizim için yaklaşan İslam devrimi için söyleyecek çok sözü vardı. Tam da ben şeriatın aslında hemen aklımıza gelen ninja gibi giyinmiş çarşaflı kadınlardan ve çember sakal bırakan tesbihli erkeklerden çok daha farklı bir şey olduğunu yeni yeni kavramışken ve İslam'ın ya da özellikle Tanrı'nın aydınlığını kavramaya çalışırken ve hakikati aramaya meyl etmişken söyledikleri canımı çok acıttı ve gereksiz olduğunu düşündüğüm ideolojik yönetimin içimde yarattığı korkularla yüzleştim yeniden. Naoko'nuun ailesi görev yeri gereği yıllarca Konya'da yaşamışlar. (Tesadüf ki biz bu yıl azıcık para biriktirip Mevlana'nın yaşadığı 13. yüzyıl Konya'sını ve sema ayinlerini yerinde keşfetmeye karar vermiştik.) Dedi ki beyamca: Adını dile getirmek istemediğim bir tarikat kolu Konya'yı etkisi altına almıştı. Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutacaktım. İnsanlar dört duvar arasında sözde Allaha daha yakın olabilmek için kendi eşlerini birbirlerine paslıyorlar ve bir arkadaşımın eşi deyim yerindeyse kucaktan kucağa hoplatılıyor.
Böyle mi olmak istersiniz? Ben korkudan konuşamadığım için Naoko benim yerime de okkalı bir HAYIIIRRR dedi. Sonra sordu Naoko'nun babası. Şeriat nedir? Doğru yol demek aslında şeriat ben biliyorum, dedim ben. Sonra Naoko'nun babası -Hayır efendim! Şeriat bir sabah uyandığınızda babanızın odanızın kapısını kilitleyerek sizi içeriye hapsetmesi ve kapınızın önünde birkaç adama sizi parayla satmasıdır. Bu satış işleminin ardından hiç tanımadığınız bir adamın imam nikahlı bilmemkaçıncı eşi olmanız ve istesenizde babanızın evine yeniden dönememenizdir.

Hayır diyecek oldum. Bu gerçek iyilik ve din değil. Bunlar din'i saptıranlar. Tanrı dediğimiz yaratıcının öğretilerini yanlış anlayanlar. İşlerine geldiği gibi kullananlar. Tanrı'nın hakikatını ararken yollarını kaybedenler ve içlerindeki kötülükle ile karşılaşanlar! Ama o kadar çok korkmuştum ki ağzımdan bir tek kelime bile çıkmadı.
Sadece bu değil beni korkutan, sabah bindiğimiz otobüsün neşeli şoförüne uyuz olup lafı ağzına tıkan iyi niyetsiz, kötü bakışlı insanlar.
Durmadan korkuyorum. Kendimde mücadele edecek bir güç bulamıyorum.

Sevgiler.

23 Mart 2009 Pazartesi

Harflerin Cinsiyeti

Bazı harfler çok feminen bence ve bazıları gerçekten çok maskülen.
Mesela P ve R harflerine bakalım.
P ne kadar feminen, kibar, kadın vücudu gibi. Oysa R öyle mi? Kocaman bir çıkıntısı var. Sanki P Havva R ise Adem.
Ya da mesela S kız Ş erkek gibi.
Çok acaip.

İy ki Doğmuşum!

Bacılar, Ağalar;
Bugün benim 25. yaş dönümüm. Annemin göbeğinden çıkışımın 25. yılını kutluyoruz.
Böyle zamanlarda insan kendini daha bi özel hissediyor. Elbet hepimiz Tanrı'nın suretiyiz ve hepimiz en hızlı spremler olarak pek şanslı sayılırız. Amma velakin bu doğumgünü denen olay pek şen bir durum. Yani nasıl anlatsam, senede bir defa herkes senin için pervane oluyor, etrafında fır dönüyor, ne istersen yaptırabiliyorsun. Pastadan mum üflüyorsun, of demiyorsun oh diyorsun! dilek tutuyorsun, hediye alıyorsun. Her sene bir defa vermeden alıyorsun! Çok güzel!
Eskiden ben doğumgünlerimde hep mutsuz olurdum, lanet ederdim: Neden geldim lan dünyaya? derdim.
Ama şimdi çok değiştim. Artık annemle babama birlikte oldukları için -leylek masalına inanmıyorum tabii kiğ- çok teşekkür ediyorum. Dünya güzel, hayat güzel, yaşamak çok güzel!
Sevildiğini bilmek ve sevebilmek güzel!
Ayrıca Meksika Biberi yemeklerde çok hoş oluyor, iştah açıyor.

Sevgiler.

22 Mart 2009 Pazar

Eşinden Anne Yaratan Erkekler

Bu yazı Reha Muhtar'ın bugün tarihli Vatan gazetesinde yayınlanmıştır. Her ne kadar Reha Muhtar'ı referans almak bana biraz garip gelse de içimde bir yerlerde garip bir şekilde acaba mı? diye sordurmuştur ve o yüzden aynen bu bloga aktarmayı uygun buldum. Şahısların okurken dellenmemesi sadece falım sakızından çıkan falla aynı derecede etki ettiğinin farkına varması faydalı olacaktır.

...
"Benden ayrılıyor, başkası ile aşk yaşıyor. Etrafta o kadınla evleneceği haberleri çıkıyor. Tam o sırada ayrılıyor. Bana dönüyor. Ben onu bekliyorum. Bir süre sonra yeniden kopuyor ya iki günlük kaçamak ya da yeni bir sevgiliye kaçıyor. Ama benimle bağlantıyı da kaybetmiyor. Ben onu bekliyorum. Biliyorum ki yine bana dönecek. O yapamaz ötekiyle de... Ama benimle de yapamıyor bi türlü... Ben de hayatımı yaşayamaz oldum. Bilmiyorum ne yapacağım?..."

Kendisini her seferinde yeni bir sevgiliyle aldatan, sonra yeniden eve dönen ve karısıyla ilişkisini bir türlü bitiremeyen adamla ilgili ne yapmak gerektiğini soruyordu umutsuzca. Oysa bilmiyordu ki, adam eşini çok uzun zamandır annesinin yerine koymaktadır. Her yeni ilişkiyi kendi psişikliğinden bitirdikten sonra "eve" dönmekte, yeniden şarj olup dışarı yönelmektedir. Evdeki eş, müzmin sevgili, eski eş, uzatmalı sevgili, kronik nişanlı her neyse ne, adamda zerre kadar heyecan uyandırmamakta, dışarıdaki kadınlarla aşna fişneden sonra yıpranan erkeklik egosunu tamir etmek için yolda durduğu "servis " niyetine mola vermektedir o erkek.
Boşanmamış eş, uzatmalı sevgili, kronik nişanlı aslında erkek için bir hastabakıcıdır. Arkadaş dışarıda fingirdeyecek, yeni aşklara, yeni heyecanlara yelken açacak, yaraları sarmadaki usta hastabakıcı kadın da her fingirdemenin ertesinde nekahat döneminin nursery hizmetlerini üslenecektir. Dikkatla bakarsanız, etrafta bir sürü erkein hasta bakıcısıyla revaçta olduğunu göreceksiniz. Aslında hasta bakıcılı erkeklerin, dışarıda ve içerideki iki kadın için de cezbedici özellikleri vardır. İçerideki kadın adamın kendisine dönmesinden gizli bir haz, bir başarı öyküsü yaratma peşindedir. Oysa anlamadığı adamın dönüşünün kadına olmadığıdır. Adam şarj olmaya dönmekte, hasta bakıcının mahir ellerinde, ruhunda anneden ve nispeten babadan kalmış psişik çocuk izlerini gidermek için terapi görmektedir. Zavallı kadın o sırada erkeği iyileştirmeye çalışır. Farkında değildir ki terapinin bittiği an adamın yeniden gittiği andır.
Adamın dönüşleri evdeki kadın için çekici, adamın evdeki kadından gidişleri de dışarıdaki kadınlar için kışkırtıcıdır. Dışarıdaki kadın ya da kadınlar, adamın her an yanındakinden uzaklaşacağını sanırlar. Adam o kadar rahat eski kadından uzaklaşacakmış gibi durur ki, başka kadınlar bir zafer kazanacak olmanın iştahıyla adama sararlar.
Çift ya da çok taraflı çekim alanı bir süre sonra adamların herşeyi ellerine yüzlerine bulaştırmaya başlamaları ile sonlanır.
Esasen bu adamlar çok kurnaz ya da zeki değildirler. Kendileri insiyatif almaz, kadın insiyatiflerinin peşinden giderler.
Kuru sıkı bol bol da muhattaplarına söz verirler. Yapamayacakları şeyleri, atamayacakları adımları, ellerine, yüzlerine, gözlerine bulaştıracakları travmaları yaşatırken utanmazlar. Annein karşısında "yaramazlık yapan annenin şımarttığı çocuğun vurdumduymazlığı ve sorumsuzluğu" içindedirler.
Kadınlar iki şeyden çok fazla tetiklenir. Bir başka kadının varlığından ve kendisine sığınan bir erkeğin zavallı saflığından. Biri annelik duygularını ve himaye dürtüsünü, diğeri dişilik heyecanını ve rekabet duygusunu körükler. Bu adamlar bir süre kadınların bu duyguları ile idare ederler...."

19 Mart 2009 Perşembe

First Breath After Coma

Yalnız kendini mutlu eden hikayeler yazmaya devam etmelisin ya da anlatmaya. Bir gün bunları belki bulur birileri. O zaman şükreder tanrıya. Nefret ve kin dolu geçmişinden etkilenir, zamanı durdurmayı hayal eder, durduramazsa da çeker gider.
Savaşır, bağırarak ele geçirmeye çalışır, olmazsa taş atar. Taşlamalarla da bir yere gidilmediğini fark edip ısınmak için kullandığı ateşi ilave eder sopa uçlarına, başkalarını ısıtmaya çalışır. Fark eder ki başkalarını ısıtmaktan çok daha işlevseldir ateş. Uğruna dağları devirip, tanrıları karşısına alan Olympos'a şükrederken bulur kendini, hiç düşmanı kalmayınca. Yanılmıştır aslında hiç düşmanının kalmadığını düşünerek. Çünkü her eski dost bir muhtelif düşman adayıdır aslında. Herneyse deyip yürümeye devam eder yollarda, elinde mutluluk verdiğini düşündüğü hikayelerinle. Karşısına çıkan ordularla savaşmak ister yeniden, ama dikkati dağılmıştır bir kere. Onu geri getirmek için biraz bu dünyanın dışından şeyler gerekir. Oturur yere, içer elindekini... son kalanı belki de...
Neler dediği, neler düşündüğü umurunda değildir o anda.

Hayat kazıklardan, utançlardan, anlık sevinçlerden, kalanı umutsuzluktan ve hiç bitmeyen isteklerden ibarettir. Tam da bunları düşünürken bir ışık parlar uzaktan.
Ve böylece başlar onun hikayesi...

Your Hand in Mine

Çok yorgun hissediyorum kendimi. Bıraksalar da beni yüzyıl uyuyabilsem ya da zorunluluklarım olmasa. Aslında şu an hiç bir zorunluluğum yok lakin bu bedbaht metropol hayatına ayak uydurmak için sürekli koşturmam gerekiyormuş gibi geliyor. Azıcık uzansam yatağıma huzursuz olup kalkıyorum yine. Tamamı benden kaynaklanan sorunlar sanırım bunlar. Dünyada gezecek ne kadar çok yer! Gezgin olmak istiyorum, azıcık param olsun başka bir şey istemem bütün heryeri gezmek ve bir çok insanla tanışıp muhabbet kurmak istiyorum ama kendimde o gücü bulamıyorum. Güvenimi kaybettim kendime. Nerede bıraktım hiç bilmiyorum. Şikayet ettiğimden değil sadece biraz daha özgüvenim yerinde olsa keşke.

Ruhumun Odalari

Bir anda düştü ruhum sanki bir anda ölmek gibi. Ruhumun binlerce odasi var henüz benim bile bilmediğim. Ve her geçen gün yeni birini keşfedip şaşırıyorum kendime. Mevlana ve sonsuz-ebedi sevgi deryasında yüzüyordum bir kaç gündür Elif Şafak'ın son kitabı Aşk ile ama ne yazık bitiriverdim kitabı. Şimdi kocaman bir boşluk var içimde. Her nedendir bilinmez ne zaman bir kitabı çok beğensem aynı tadı başka kitaplarda da bulamayacağımdan çok korkup kendime küsüyorum. Birileri ile konuşup muhabbet etmeye ihtiyacım var. Sufi dediğin muhabbet, sohbet ister bilmez misin? Ne ki hiç arkadaşım kalmadı muhabbete erebileceğim. Zaten de bir elimin 5 parmağını geçmezdi muhabbetinden hoşnut olduğum insan sayısı. Mevlana ile Şems'in dostluğunda olduğu gibi bir aynaya ihtiyacım var benim. Kendimi güzel, mutlu ve pür-i pak hissedebilmem için.
Bu aralar yine çok sigara içiyorum. Neden bilmiyorum. Yavaş yavaş zehirliyorum kendimi bunun da farkındayım.
Bugün güzel bir şey oldu. Dün Mercan Dede'ye attığım maila yanıt gelmiş bizzati onun elinden aktığı belli kelimelerin. Öyle iyi şeyler yazmış ki huzur duydum.
Aslında blog olayına küsmüştüm ama dağ dağa küsmüş dağın haberi olmamış misali yine geri döndüm. Kimse okumasa da yazdıklarımı yazmak, yazabilmek güzel!

Sonradan gelen edit: tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamı. Thanks şekerim , Ayça :)