29 Mart 2010 Pazartesi

what goes around comes around-1

Bir zamanlar; dilini konuştuğumuz ülkenin batısında, doğusundan bile az gelişmiş, şirin bir köyde 9 çocuklu bir aile yaşarmış. Evin reisi kardeşsiz büyümenin azap dolu sepetini sırtına yük edip kendini yollara vurduğunda bir ant içmiş yıllar önce. "Birbirinden güzel çocuklarım olsun, ömür boyu yalnızlık nedir bilmesinler! Allah bahtlarını açık, şanslarını bol etsin!"

Bir erkek evlat vermiş dualarını sırayla gerçekleştiren Tanrı. Adına kendi dayısının ismini koymuş, duayı eden. MAHMUT!
Her geçen sene, valide hanımın gençliğinden kopardığı bir parçaya ruh üflemiş, evin reisinin omuzlarına azar azar çoğalan sorumluluğu eklemiş. Yıllar geçmiş MAHMUT, ailenin en büyük oğlu, köyün sessiz havasında caka satan bir delikanlı oluvermiş de al yanaklı bir kıza gönlünü akıtıvermiş. Ve fakat bu al yanaklı, sırma saçlı kızın gönlü ikiye bölünmüş birine MAHMUT diğerine HÜSEYİN adını kazımış. MAHMUT bu durumdan haberdar, al yanaklı kızın ailesi isteksiz günler geçip gitmiş.

MAHMUT, evin reisi babasına durumu anlatmış. Demiş, benim gönlüm bir köy kızındadır, yanakları al saçları sırmadır. Bu kız MAHMUT Dayı'mın kızıdır. Baba, istemiş kızı bir kutu şeker ve kolonyayla. Kızın ailesi, evin reisi babanın dayısı MAHMUT Dayı, kovmuş adamı, bir dolu ağır laf ve demli çayla. Babanın omzundaki sorumluluğu birden gururundan incinen parçalar eklenmiş. Yükü daha da ağırlaşmış. Ama çıkarmamış sesini. Hayatta herkes ettiğini çeker.

MAHMUT'un pes edeceği yok, ayartmış arkadaşlarını. Demiş, kaçırıcaz bu kızı. Ya benim olur ya da vururum kendimi. Arkadaşlarının da kanı deli, uymuşlar MAHMUT'a. Bir gece bütün köy uyurken, herkesin kapılarını kitlemişler. OMAR AGA dedikleri adam duyuvermiş gürültüyü. Kapıyı zorlamış, yapma pğlum yakma başını der gibi. Ama delikanlılar dinlememişler OMAR AGA'yı.

Al yanaklı sırma saçlı kızı "döşeği" ile birlikte sırtlamışlar. Köyün deli uyuyanları gözlerini aralamış gürültüden, bir sorun var anlamış. Kapılar kırılmış, MAHMUT ve arkadaşlarının deli kanları donuvermiş korkudan. Kızı ve döşeği yolun ortasında bırakıp kaçmışlar.

Kız babası, şikayette bulunmuş karakola. Komiser bey'e anlatmış dertlerini. MAHMUT ve arkadaşlarını deli kanlarına birer kelepçe takıp karanlık ve ter kokan, sigara dumanından sararmış duvarlarında dönemin arabesk şarkıcılarının ve etli butlu çıplak kadınlarının posterlerinin olduğu kodese tıkıvermişler. Mahkeme günü gelip çattığında kız babası gece karanlığında uyanık OMAR AGA'nın yanında bitmiş. OMAR, demiş. Diyeceksin HÜSEYİN'de vardı kaçıranların yanında. OMAR, kızmış. "Benden yalancı şahitlik yapmamı istiyorsun, adam. Ben gördüm HÜSEYİN yok idi onların yanında."

"Ah, OMAR. Can kardeşim OMAR. Eğer sen HÜSEYİN'in adını mahkemede söylemez isen bu çocuk bizi rahat bırakmaz. Kızımı alır, götürür benden uzağa. Huzur vermez bize."
OMAR, hayır dedikçe kız babası üstelemiş. Sonunda nüfuzlu adam kız babasının dediği dedik astığı astık olmuş. OMAR mahkemede yalancı şahitlik edip suçsuz HÜSEYİN'i MAHMUT ve arkadaşlarının yanına göndemriş.

10 ay, 10 uzun ay. HÜSEYİN ve MAHMUT, arkadaşlarıyla birlikte volta atmışlar kirli duvar kenarlarında. Bir aşağı bir yukarı yürümüşler. Garipsemişler, yanık türküler söylemişler. 10 ay sonra devlet baba 8 ay ceza kesmiş onlara. 2 ay alacaklılar hala devletten.

Al yanaklı sırma saçlı kız başka bir adama satılmış. Çocukları olmuş. Hepsinin!

Yıllar geçmiş OMAR AGA'nın en büyük oğlu, MAHMUT'un kız kardeşi ile evlenmiş. Öğretmen çıkıp yıllarca ülkeyi dolaşmış. Emekliliğinin sonlarında doğru, küçük bir köye tayini çıkmış. Düşüncesinde huzurla emekli olmak varmış. Ama ne olduysa olmuş. Köylüler öğretmenlerini sevememiş. Bir punduna getirip attıralım bu öğretmeni bu köyden uzaklaştıralım diye karar almışlar.

OMAR AGA'nın yalancı şahitliği, öğretmen oğlunun kaderini çizmiş. Öğretmen oğul yalancı şahitliklerin desteğiyle(!) tacizci öğretmen olmuş. Suçsuz yere hapishanede uyumuş.




-Canım Babam'ın aklına ve diline teşekkürler. Yaşanmış bir öyküdür.

27 Mart 2010 Cumartesi

Just Bored on Board

İnsan kendinden sıkılır mı?
İnsan aynaya baktığında hala aynı yüzü görmekten sıkılır mı?
İnsan yürümekten, gülmekten, ağlamaktan, yemek yemekten, düşünmekten.. Onu insan yapan her şeyden sıkılır mı?
----0----
Bir gün uyandığımda belki de bir hamamböceğine dönemeyecek olmak gerçeğini anladığımda, ruhumu şeytana satıp buralardan uzaklaşmayı düşündüm. Az gittim uz gittim. Önce yüzü bana yabancı insanların ülkesine gittim. Bu ülkede hiç ayna olmamasına dikkat ettim. Kendimi görmemek iyi geldi bana. Zamanla unuturum ne de olsa kim olduğumu, nereden geldiğimi! Biraz yürüdüm caddelerinde, biraz sarhoş oldum barlarında, erkekleriyle oynaştım biraz köşe başlarında. Ama bulamadım aradığımı. Sevindim biraz, velakin çokça garipsedim yüzü bana yabancı insanların ülkesini. Yediğim içtiğim benim oldu, gezdiğim gördüğüm yanıma kar kaldı. Vedalaşıp ayrıldım o ülkeden.

Sustum çokça, bıraktım konuşsun içimdeki sesler! Onları dinledim, düşünmeden. İstemsizce seçtim yönümü. Kuzey olsun.

-Yok ben sevmem soğuğu. Ben aslında baharı severim. Ağaçların yavaş yavaş, acele etmeden yeşile dönüşünü, hayvanların koklaşmalarını severim. Özellikle kedilerin aşk yapması hoşuma gider. Cemreleri severim ben. Onlar düşerken ben bir havada olurum, bir suda en son toprağa basar ayağım. Aslında ben baharı severim. Sokağa dökülen insanları, penceremin kenarına oturarak izlemeyi severim. Çocukların oyunlarına müdahale etmeyi severim. Yaşlı teyzelere kızarım çocukların gürültüsünü kaldıramıyorlar diye, sonra da çocuklara kızarım çok gürültü yapıyorlar diye. Güneşin sıcacık ışığında ellerimin üşümesini severim. Yeni yeşeren çimlerin üzerinde yalınayak yürüyüp akşama şikayet etmeyi severim.-

Kuzeye doğru, yağan karın altında yürüdüm. Bir şehre geldim sonra, sokaklarında kuklalar vardı bu şehrin. Kuklaların şehriymiş bu şehir. Ve ipleri yakından kontrol ediliyormuş. Şeytana çok yakınım artık. Gördüm, şeytan soğukta yaşar. Biraz daha gitmeliyim ben Kuzey'e. Kuklalar gidiyor, geliyor, oturuyor, kalkıyor. Kuklalar insan gibi tek farkıdır düşünememeleri. Kimisinin ipleri uzun kimisinin ipleri kısa, kuklalar aynı bizim gibi. Biraz dolaştım sokaklarında, kimisiyle içtim ayaklarımın altına tahta çaktırdım, kimisiyle yedim yanaklarımı boyattım, kimisiyle oynaştım en sonunda iplerim oldu, onlara dolaştım. Düştüm, kalktım en sonunda vedalaşıp ayrıldım.

Yürüdüm, yürüdüm. Kuzeye doğru yürüdüm. Cehenneminde buldum şeytanı. Cehennem hepimizin sandığı gibi sıcak, ateşten kavrulmuş gibi değilmiş. Cehennem, herkesin kendi korkularıyla yüzleştiği bir çukurmuş. Benim cehennemimse çok soğukmuş.

Çok üşüdüm ben. Ruhumu satmaktan vazgeçip ilk uçakla döndüm eve. Annecim?

25 Mart 2010 Perşembe

I saw you standing in the corner!

Biraz yaşlı hissediyorum aslında. Yaşım geçmiş gibi hissediyorum. Zamanım dolmuş gibi, biraz çürümüş gibi. Sen mi hissettiriyorsun bana böyle?

Hava soğuk değil ama yine de üşümüş gibi hissediyorum. Ellerimin üzerinde hafif çatlaklar var. Üzerinde su damlacıkları, sanki donmuş gibi. Sen mi hissettiriyorsun bana böyle?

Seni son gördüğümden bu yana üzgün gibi hissediyorum. Kırmızıya çalan kirazlardan korkar gibiyim. Bordolaşmalarını bekleyecek kadar da sabrım kalmamış gibi. Sensizlikten korkar gibiyim. Seninle olmaktan da. Sen mi hissettiriyorsun bana böyle?


a Girl who is dancing

İlk önce;
Uykumda konuştum. Uykumda ağladım. Uykumda ayıkken yapamadığım her şeyi yaptım. Uykumda dans ettim, etekleri kabarık rengarenk elbisemle. Uykum kaçtı, gözlerimi ovuşturup kalktım ayağa. Kollarım uzandı karanlığa, önce alışsın gözlerim boşluğa diye bekledim biraz.

Sonra;
Koşar adam dolandım evin içinde. İçimden konuştum, dışımdan kahkahalarla güldüm söylediklerime. Aynada kendimi izledim, dans ettim. Dans ederken nasıl göründüğüme baktım. Sonra kırmızı bir ruj buldum masanın üzerinde. Dudaklarımı boyadım. Öpücük attım aynadaki yansımama. Sessizliğin gürültüsü kulaklarımı tırmaladı. Müzikçaları açtım, Harry Belafonte çaldım son ses. Sanki beni izleyen bir güruh varmış gibi karşımda en güzel dans figürlerimi sergiledim onlara.

Daha sonra;
Müzik sustu. Biraz yoruldum.
Uzanmışım yatağa.
Kapatmışım gözlerimi.
Bir daha açamamışım gözlerimi.
Susamışım biraz.
Çukurlarda birikmiş yağmur sularından içmişim.
Bir de uçmuşum.
Kanatlarım varmış benim.
Göğe doğru yükselmişim.
Yıldızlara tutunup!

En sonunda;
Gökyüzünde yürümüşüm.
Yağmur damlaları ilk benim yüzüme düşmüş.
İlk ben ıslanmışım.
İlk ben üşümüşüm, soğuk havada.
İlk benim yüzüme doğmuş güneş.
İlk ben öflemişim sıcaktan ve ilk ben gölgede uyuyup kalmışım.


24 Mart 2010 Çarşamba

Paradise Lost

Bir gece uyuyamaz insan.
İnsan rüyasında iki kişi görür.
Biri erkek biri dişi. Dudakları bir, birbirlerinin nefesinden terlemiş iki kişi. Anlar insan, o iki kişi mutlu onsuz. O, 3. biri ayak bağı.

Sonra sabah olur.Uykudan ziyade sızmıştır insan. Sabah güneş yüzünü yalayınca beyni uyusa da vücudu ayaklanır. İnsan, suratını asar. İnsan tuvalete gider. Önce çişini yapar, sonra yüzünü yıkar.
İnsan çay içer, sigarasını yakar ve dersini çalışır. Sonra insan biraz bekler. Telefonuna bakar. Biraz daha bekler internete girer. Birkaç yazı yazar, sitelere. Fotoğraflar paylaşır. İnsan bekler, Telefonuna bakar.
Sonra arar insan beklediği numarayı. Uzun uzun çalar numara. Açan olmaz. İnsan endişelenir.
Sonra evde oyalanır insan. Annesini öper, yemek yer. Ders çalışır, kardeşini arar. Güler, ağlar. Ama beklediği numaradan hiç arama gelmez. Sonra bir numara arar. Ama başka birisiymiş, beklediği numaranın babasıymış. İnsan telefonu annesinden aldığında çoktan kapamıştır ki diğer hat.

Sonra insan bir kez bakar, onun hesabına. Görür ki yolladığı mesajlar silinmiş, buruşturulup atılmış çöp kutusuna. Sonra insan hüzünlenir, gözleri doluverir! Hassas kalbi acıyıverir!
Önceden çatlamış kalbinin damarlarından süzülüverir yaşlar! Kalbi ağlar insanın!

Sonra der ki, Mutluluklar!

İnsan mutlu olamaz ama dileği bu olur!




No one's exactly the same

bazısı var mutsuzukla beslenir.
bazısı yalan söyler.
bazısı acaip takıntı yapar.
bazısı çok yer.
bazısı müzik sever.
bazısı kitap okur.
bazısı aldatır.
dolayısıyla bazılarımız aldatılır.
bazısı din sever.
bazısı kadın sever /bazısı erkek.
bazıları flört eder.
bazısı bekler.
bazısı beklemeden çekip gider.

Morning star is shining!

Eskiden şeytan denince, kızıl boynuzlu, çatal sakallı, zıpkın kuyruklu bir cehennem zebanisi gelirdi akla...
Dipsiz fırını andıran ağzından ecel zehirleri saçan bir iblisti o...
Bizi günaha çağıran bir provokatör... lanetli bir ecinni...
Modern zamanlar, kuşkuculukla birlikte geldi.
Endüstrileşmeyle küçük dünyasının sınırlarını aşan insanoğlu, göç yolunda önce inançlarını kaybetti. Dine ait ne varsa sorgular oldu.
Böylece romantizm çağında kiliseye karşı direnişin kahramanına dönüştü şeytan... ve asırlardır kilit altında tutulan hazların zincirini çözüverdi. Yasakların yerine tutkuları koydu; acıların yerine zevkleri...
Daha önemlisi, insanoğlu şeytanın ayak izlerini gök kubbede değil, kendi içinde aramaya başladı. Cehennemde sandığını, bilinçaltında buldu.
Aslında çatışmanın tarafları iki omzumuza konmuş melekle şeytan değil, her birimizin içinde kök salmış iyilik ve kötülük duygularıydı.
Korkular yatıştı, modernite iblisle barıştı ve insanlık "romantik şeytan"la tanıştı.
(Mephistopheles / J. Burton Russell)

dünyada üretilmiş cümleler

Kadınların aklı orman kanunu hesabı çalıştığından kibarlıkla güçsüzlüğü ayırt edemezler.

Get ready for the next battle

İnsan, ervah-ı alemden dünyaya, dünyadan ukbaya(ahrete) giden bir yolcudur. Sen de burada bir misafirsin. Ve buradan diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeyi kalbine bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fani dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise aziz olarak çıkmaya çalış.
Kendini boş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan; hiçbir şeyi gayesiz, nizamsız göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz olabilirsin.
İnsan ebed için yaratılmıştır. Onun hakiki lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyedr.
Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada hem kabirde hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek.


Love me two times baby

Dün malumunuz benim 26. yaşımı bitirmemin, yaşlanarak büyümemin yıl dönümüydü. Sevgili arkadaşlarımla birlikte Kordon'da oturup dünyaya gelişimin ne de hayırlı bir olay olduğunu bana hissettirmelerini izledim. Kendimi olmasalar hüzün dolar gözlerim canım dostlarım, küçücük ama lezzetiyle büyük bir orgazm yaşatan kakaolu pastam, şirin mi şirin kolyem ve 1 şişe kırmızı şarabıma emanet ettim. Denize nazır, üşüyünce battaniyelerine sarındığım Denizatı isimli Kordon barı ev sahipliğini üstlendi, orada şakıdığımız 3-4 saat boyunca bizi kabuklu fıstıksız bırakmadı.

İzmirli olanlar, İzmirde yaşamışlar bilerler bizim Denizkenarı çingenelerimiz meşhurdur. Şöyle bir deniz havası alalım, gidelim de Kordonda oturalım derseniz asla yalnız kalamazsınız. İzmir'de yalnız olmak zordur. Ya bir çiçek almanız için olmadık isimler takarlar size (aydi be Angelina Jolim) ya da bakla falı, ya da selpak al abla ya da harçlık ver abi!

Paramız yok biz öğrenciyiz riyakarlığı artık işlemiyor onlara. Paran yoksa neden geliyorsun buralara, masayı donatıyorsun ki! YALANCI! YALANCI! diye bağırdıklarını duyar gibi oluyorsun içlerinden.

Çingene teyzelerden biri benim doğumgünüm olduğunu duyunca bana karanfil verdi. Ama hiç para almadı. Sonra sevindim ben. Yüzümde garip bir gülümsemeyle sohbete devam ediyordumdu ki bir küçük kız geldi. Selpak al ya da harçlık ver dedi. Biz de pasta ister misin diye sorduk! Oollluurr dedi. Bir dilim pastanın üstüne mum koyup yaktık onu. Öyle sevindi ki!

İnsan olmak güzel! Vicdanlı olmak hele. Daha da güzel.

Ama ben gece çok kötü rüyalar gördüm. Hiç uyuyamadım. Rüya kabus oldu, ruhuma dolandı.

Şimdi ben büyüdüm.


22 Mart 2010 Pazartesi

Birthday cake with a beautiful belly dancer

Yarın benim doğumgünüm.









.....
Pastadan dansöz çıkmaz.

20 Mart 2010 Cumartesi

Bravo!

Şaşırtılmış bir dünyanın şaşırtılmış insanları, önüne havuç yerine para konulmuş bir çubuğun peşinde dönüp duruyorlar. Bundan ürken insanlar da mistik dünyanın itaatine sığınarak yaşama katlanıyorlar.

Women have vaginas. Men have penises

Babam her yemekten sonra Türk Kahvesi içmek ister. Sanırım son 10 yılımın evde olduğum sürece "genellikle" her gecesini babama orta şekerli kahve yaparak geçiriyorum. Çok farklı kahve fincanlarıyla çalıştım bu süreçte. İşlemelileri, kütahya porselenlisi, çin porseleni, oymalısı, kakmalısı.
Uzun zamandır renkli ve kalın porselenli olanlarıyla işim. Favorilerim pembe ve yeşil olanlar. Annem şekersiz içer kahvesini. Babam orta şekerli, dedim ya. Renklerini ayrı ayrı seçiyorum ki hangisi şekerli hangisi şekersiz ayırt edebiliyim. Yeşil babamın olsun diyorum hep içimden. Annem dişi ya, kadınlara pembe yakışır. Bu bir toplumsal cinsiyet etiketidir. Öğretilen renk cinsiyeti skalasında erkeğe mavi kadına pembe düşer. Mavi fincan yoksa ona en uygun rengi alıyorum. Evet! Yeşil babaya gitsin. Ama gidemiyor. Çünkü bir çay kaşığı toz şeker pembe fincana atlıyor!

Ben anaerkil düzende büyüdüm. Annedir bizim evde otorite! Beynimin zavallı "freud" bookmark simgesi babayı kadınlaştırıyor bizim evde. Anne otorite ise baba pembedir.

Yine kafamı karıştırdım kendi kendime.

Adres Değişikliği

Yarın sabah blog adresimi değiştiricem. Ya da belki sonraki gün. ama bu aralar değiştiricem. Biraz değişikliğe herkesin ihtyaci var. Üstelik daha havalı bi adres düşünüyorum. Evet!

Those who are crying

Bazı son kullanma tarihi geçmiş makinelerin çalışırken çıkardıkları seslere çok üzülüyorum. Bebek ağlaması gibi geliyor o sesler bana. Tanıdık ve samimi ve içten. "Lütfen beni at artık, lütfen acı çekiyorum. Artık işe yaramıyorum. Bana işkence ediyorsun" der gibi.
Geçen sene yazlıkta attık birini çöpe. Kardeşim doğduğunda alınmış bir çamaşır makinesiydi. O bebek büyüdü 19 yaşında şimdi. Kaza bile yapabiliyor yalnız başına.

O zavallı çamaşır makinesi geçen sene çöpte emekliliğinin en huzurlu anlarını geçirmeden önce hala anneme hizmet ediyordu ve bunun için resmen ağlıyordu. Arrrrrrrjjjjjjkkkkk gibi sesler çıkarıyordu zavallı emektar.

Hayat.

19 Mart 2010 Cuma

gibi!

Gökyüzünde yalnız gezen kırgızlar gibi.

The Crash

Delikanlı demek genç erkek demek değildir aslında. Kanı damarlarında akarken virajlar çizen, diğer kan pıhtılarını geçmek için makas atandır. Delkanlı demek, kanı deli akan aklı beş karış havada, ayakları yere basmayan gençtir. Ablalık da bir nevi anneliktir. Delikanlı ablası olmak zordur. İnsanı parçalar, ağlatır. Ya daha kötüsü olsaydı, ya o delikan donsaydı yolun üzerinde...

Mutluydum, iyi bir haber almıştım eve gelirken. Babamla annemin konuşmalarını işittim kapı deliğinden. Yüksek sesle, bağırır gibi. Yine mi kavga ediyorsunuz diye sordum. İkisi de yere baktı. Yok bu seferki kavga degil, hüzün gibi. Noldu? Kardeşin trafik kazası yapmış. Önce ufak bi şey sandım. Geçiştirmelik, amaan ee nolmuş dedim. Annem, hastanedeymiş şimdi dediğinde kalbimde çok sesli orkestra tamtamlarıyla da bir afrika kabilesi düete başlamışlardı bile. Ağlamaklı gözlerle telefonu sarıldım. Dudakları şişmiş anlaşılıyordu konuşmasından. Abla, ben iyiyim dedi. Hastanedeyiz şimdi. Sabah 8de olmuş kaza. Ahh, dedim. Sana kaç kere dedim ben, kaç kere? Tamam abla, konuşmayalım bunu. Sonra mal canın yongasıymış ya, araba ne alemde peki dedim. Dümdüz oldu dedi. Gözlerim yine doldu, ama bu sefer malın yongalığından değil arabadan nasıl sağ çıkabildiğinden ya da ya arabadan sağ çıkamasaydıdan!

O zaman anladım ki hayat pamuk ipliğinden eğrilmiş. O zaman anladım biz şımardık. Eriştiğimiz ciğer baldan tatlı geldi. Kardeşim, dön gel yanımıza. Dedim. Dedi, emniyet kemerimiz olmasaydı ölmüştüm. Kardeşim, dön gel yanımıza. Dedim.

18 Mart 2010 Perşembe

Helloow


Haben Sie Deutschkenntnisse?

Bugün bir Alman firmasıyla iş görüşmem vardı. İşe alınmaacağımı bile bile gittim. Çünkü Almancam o kadar da süper değil. Tamam günlük konuşmaları yaparım ama Rtl televizyonuyla yazışacak kadar süper bir bilgim yok. Her neyse hüsran dolu bakışlarımla ter ettim firmayı. Yürüyorum Konak sokaklarında. Bütün çingeler peşimde, sanki cebimde yüzlerce lirayı besliyormuşum gibi kıçımdan ayrılmıyorlar. Ah ben çok severim sizi çingene kardeşlerim. Hatta sizin atalarınızı da çok severim. Ama give me some space!

17 Mart 2010 Çarşamba

"Alıntıdır."

"BİR BAKIŞIM YETTİ…"
Yeni başlangıçlardan hep korkmuşumdur. Bu yüzden Alp'e o kadar ısrar ettim. Berlin'de tek başıma, ondan uzakta ne yapardım? Hâlâ bana âşıktı o zamanlar, gizli gizli evlenme hayalleri bile kuruyordu, eminim. Eşyalarını toplaması bir hafta sürdü. Küçük, gri dairemize yerleştiğimizde dünyanın en mutlu çifti biz olmuştuk. İlk kez bir erkekle birlikte yaşayacaktım. Her şey yeniydi ve yeni olan her şey gibi heyecan vericiydi: Birlikte yemek yapmak, tiyatroya, sinemaya gitmek, yürüyüşe çıkmak, metroda bira içmek, tek eşyamız olan delik deşik şiltede oturup, evi egzotik mobilyalarla döşeyeceğimizi hayal etmek… Bir de bonusu vardı bu işin: Üst katta oturan Macar asıllı tombul Eszter, taşınmamızın şerefine bizi evinde, gulaş yemeğe davet etti. Mutluluktan uçuyordum, âşıktım, Berlin harikaydı, hiçbir şey korktuğum gibi değildi, hiç yabancılık çekmiyordum. Yüzüne yerleşmiş geniş sırıtıştan, yerinde duramayıp zıp zıp zıplamasından, Alp'in de benden farklı olmadığını anlıyordum.
Yağmurlu bir günde Eszter'in kapısını çaldık ve felaketler başladı. Koca memelerini, gıdısını ve kalın kollarını ortaya çıkaran saten bir elbise giymiş Eszter. Yaşı geçkin tombullara özgü şen kahkahalarıyla bizi karşıladı. Alp'e sıkı sıkı sarıldı, memeleriyle onu boğacak diye korktum, bana gelince, beni şöyle bir süzdü ve demirden bir aksanla, neredeyse uydurma bir Almancayla çok sıska olduğumu, tıpkı evde kalmış kuzeni Agnes'e benzediğimi, bu halimle bebek filan doğuramayacağımı, doğursam bile onu emzirecek sütüm olmayacağını söyledi. Niyetim varmış gibi! Alp'e baktım, gözlerini kadının buruşuk boynundan, pörsümüş yanaklarından ayıramıyordu. İçimden gülmek geldi. Kaç yaşındaydı acaba? Çatallı, titrek sesine ve çilli ellerine bakılacak olursa, yüz filan olmalıydı.
Toza alerjim olduğundan hemen hapşırmaya başladım. Bu evin huzursuz edici, eski bir kokusu vardı. Masaya geçerken bir şey gözüme çarptı: Salonda, cilasız parkelerin üzerinde aykırı bir çağdaş sanat eseriymişçesine gömülü duran, paslı bir küvet. Alp'i dürtüp küveti işaret ettim, bana ayıplayan gözlerle baktı, sesimi çıkarmadım. Eszter tüm marifetlerini sergilemek istiyordu anlaşılan: Masayı patatesli gulaş çorbasıyla, yağlı, baharatlı soslarla, sarımsaklı yoğurda bulanmış paprikayla, salamlarla, ustaca dilimlenmiş domuz sosisleriyle donatmıştı. Alp'e şişenin tozunu silmesini ve açmasını söyledi. Ev yapımı Macar şarabı. Hafif şekerli bir tadı vardı, hemen sarhoş oldum. Belki de baharatlar ya da cızırtılı, milli marşlara benzeyen müzik başımı döndürmüştü, bilmiyorum. Eszter yemek boyunca hikâyeler anlattı. Doğduğu köy, ormanın içindeymiş. Sert rüzgârlar dindiği zaman topraktan huzur dolu, tatlı bir sıcaklık yayılırmış havaya. İnsan geceleri yıldızlara bakarken ve kurtların ağıtlarını dinlerken düşlere dalar, kendinden geçermiş. Yıldızlar, insanın üstüne yağarmış böyle zamanlarda. (Eszter 'yıldız' demekmiş zaten.) Acı kahvelerimizi içtikten sonra alerjim iyice arttı. Gözlerim yanmaya başladı, Alp'e baktım, büyülenmiş gibiydi. Alkol beni alıngan yapıyordu. Bozuldum. Gitmek için neredeyse yalvarmam gerekti. Sonunda vedalaştık. Eszter bana, fırsatını bulsa beni aç kurtların önüne atacakmış gibi baktı. Alp'in surat asması hoşuna gitmişti. Daha merdivenlerden inerken, tartışmaya başladık. Benimle kulüplere, partilere, açılışlara geliyormuş, ama ben onun için bu kadarına bile katlanamıyormuşum. Peşimden Berlin'e kadar gelmiş, oysa ben öyle bencil, öyle küstah… İlk kavgamızdı işte. Sabaha unutulmuştu bile.
Eszter'le aylarca, apartmanın içindeki selamlaşmalarımız, hal hatır sormalarımız -göz süzmeler, soğuk espriler- dışında görüşmedik, ama uğursuzluk devam etti. Alp günden güne neşesini kaybediyor, dalıp dalıp gidiyor, beni dinlemiyordu. Ona yeni tanıştığım sanatçılardan, keşfettiğim galerilerden, aklıma gelen yeni projelerden büyük bir heyecanla bahsediyordum, ama kafası dağılıyordu, beklediğim tepkileri vermiyordu bir türlü. Yalnızlıktan yakınıyordu, ama yalnızlığı kendisi yaratıyordu. Her şeyden sıkılır olmuştu. Karşımızda, Türkler'in işlettiği mezecinin ucuz sandviçlerinden, metroda onu rahatsız eden punklardan, yağmurdan, sözde esprili trafik lambalarından bıkmıştı. Bir de aksi gibi, bir türlü paramız olmuyordu. Ev döşemek çok zordu. Egzotik filan değildi, tam bir Ikea evi olmuştu ve bundan nefret ediyorduk. Rahattı, sağlamdı, temizdi, buna bir itirazım yok. Ama ben hep gösterişli, süslü bir evde oturmak istemişimdir.
Alp'in sorunu, benim çok mutlu olduğumu düşünmesiydi. O pijamalarını bile çıkarmaya üşenirken ben onu bırakıp, gece geç saatlere kadar eğleniyordum. En azından, öyle sanıyordu. Beni kıskanması hoşuma gittiğinden ona hiçbir şey anlatmaz olmuştum. Partilerde kimsenin benimle konuşmadığını anlatmıyordum, mesela. Söyledikleri şeylerin yarısını bile anlamadığım halde konuşmalarına katılmaya çalıştığımı, ama bana sırtlarını dönüp gittiklerini anlatmıyordum. Buraya ilk geldiğimizde tanıştığım ve bana çok sıcak davranan bir sürü sanatçıyla yeniden karşılaşıp duruyordum, ama beni hatırlayamıyorlardı bir türlü. Alp kulüplerde bana asılan bir sürü adam olduğunu düşünüyordu mutlaka ve ben onun genelde bir köşeye sinip gözlem yapmakla yetindiğimi, sıkıntıdan patladığımı, bütün bu eğlencelerin benim için işkenceye döndüğünü ama çıkıp gitmeyi de kendime yediremediğimi bilmesini istemiyordum. Bir keresinde, nasıl girdiğimi bile hatırlamadığım bir ev partisinde o kadar dışlanmıştım ki büfede duran çikolatalı sosun tamamını kaşıklayıp bitirmiştim. Kâsenin dibindeki hamamböceği cesedini fark etmeden önceydi bu tabii.
Alp sadece sinemaya gitmekten hoşlanırdı, Almanca dublajlı sanat filmleri garip bir biçimde eğlendiriyordu onu. Onu kırmamak için, bazen ben de eşlik ederdim. O akşam yemek yapacaktım, romantik bir yemek olacaktı bu. Sonrasında Babylon'da oynayan Szabo filmine gidecektik. Şarap almıştım, mum bile yakacaktım. Kapıyı açan olmadı. Anahtarla açıp girdim. İçerisi karanlıktı. Alp masanın başına tünemiş, yarısına kadar dolu bir bardak süte gözlerini dikmiş bakıyordu. Seslendim, bakmadı. Bir çeşit şokta olduğunu düşündüm, panikledim. Avazım çıktığı kadar bağırdığımda bana döndü ve bıkkın bir sesle, dikkatini dağıttığımı söyledi. Ne yapmaya çalıştığını anlamamıştım. Üst kattan milli marşlar yükseliyor, bütün apartmanı inletiyorlardı. Dikkatini ben mi dağıtıyorum yani? Sonradan öğrendiğime göre, Alp ben yokken sık sık Eszter'in evine gidiyormuş. Eszter ona eşsiz lezzette acı kahveler yapıyormuş ve birlikte televizyon seyrediyorlarmış. O akşam, telekineziyle ilgili bir belgesel izlemişler. Eszter, Alp'in çok özel bir çocuk olduğunu, eğer isterse ve yeterince çabalarsa her şeyi yapabileceğini söylemiş. Sonra saçlarını okşamış ve bir fincan kahve vermiş.
Alp ona inanıyor. Özel olduğuna inanıyor. Erkek arkadaşım, yalnızlıktan çıldırmış bir halde, her gün saatlerce bir bardak süte bakıyor ve bardağı gerçekten de yerinden oynatabileceğini düşünüyor.
Kapısını yumrukladığım sırada Eszter belli ki uyuyordu. Şişmiş gözlerle, buruşuk bir suratla ve eskimiş bir baharat kokusuyla karşıladı beni. Üzerinde ejderha desenleri olan, ucuz naylondan, lekeli sabahlığının önünü bile kapatma gereği duymamıştı. Toz, üzerime üzerime geliyordu. Öfkelendim. Eszter'e çıkıştım. Sevgilimi böyle palavralarla zehirlemeye hakkı olmadığını söyledim. Siyah dişlerini göstererek sırıttı, erkekler pohpohlanmak isterler, dedi. Kendilerini hep özel hissetmek isterler, senin onu böyle hissettiremediğin çok açık. Sen şımartılmaya alışmışsın, şımartmayı bilemezsin. Olsun, dedi, daha çok küçüksün, öğrenirsin. Bunun üzerine tepem attı. Onu aşağıladım, yaşlı, zavallı, çirkin bir cadı olduğunu söyledim ona. Üstelik bir de kaçıktı. Kaç kişinin salonunda küvet bulunurdu ki? Hızımı alamadım. Milli marşlarına hakaret ettim. Yağlı yemeklerine, koca memelerine, Eszter'i Eszter yapan her şeye lanet okudum. Ondan bu kadar nefret ettiğimin ben bile farkında değildim, kadını tanımıyordum ne de olsa. Kuzenim Agnes'ten bahsetmiştim, dedi. Onu hatırlarsın. Ona benziyorsun. O da senin gibi kendini bilmezin, arsızın biriydi.
Eve gidip Alp'i öpücüklere boğdum, her şeyin düzeleceğini söyledim. Onu sinemaya götürdüm. Film boyunca birbirimize sarılıp şarap içtik. Yağmurda yürüdük ve sokaklarda dans ettik. Berlin, önümüzde eğiliyor, bize her şeyini vermeye hazırlanıyordu. Geç vakitte bir kulübe bile gittik, Alp üzerinde iç çamaşırları ve şeffaf, kalın naylondan bir yağmurluktan başka bir şey bulunmayan dazlak kadına ve yanındaki yeşil saçlı, takım elbiseli yakışıklıya uzun uzun baktıysa da, sadece gülümsemekle yetindi. Benden, arkadaşlarımı onunla tanıştırmamı istediğindeyse, bu gece başka kimseyi istemediğimi söyledim. Bana minnet dolu gözlerle baktı. Harikaydı.
Umut etmekle hata etmişim, ertesi haftalarda, neredeyse yılbaşına kadar, Alp benim yerime, bir zamanlar süt olan bir bakteri kabilesine bakmayı tercih etti. Her şey eskisinden de beter olmuştu. Bu sefer de baktığı mesafeyi ve bakış süresini, o sırada onu etkileyen uyarıcı faktörleri (benim sinirlenip kasten kırdığım tabaklar gibi) deri kaplı bir deftere (Eszter'in hediyesi) not almaya başlamıştı. Yıprandığımı, ufaldığımı, eriyip bittiğimi hissediyordum. O kadar zayıflamıştım ki sert bir rüzgâr estiğinde bile dengemi kaybedebiliyordum. Dizlerim eciş bücüştü, omuzlarım çıkıktı, grotesk bir oyuncağa benziyordum. Kendimi toplayabilmem için Alp'e ihtiyacım vardı. Onu buraya bunun için getirmemiş miydim zaten, ihtiyacım olduğunda yanımda olsun diye? Oysa yerlerde sürünüyordum, korktuğum her şey olmuştu, hiç arkadaşım yoktu, kimse beni hiçbir yere davet etmiyordu ve yaşlı, tombul bir kadın erkek arkadaşımı elimden almak üzereydi.
Farklı bir strateji izlemeye karar verdim: Eszter ona destek oluyor ve onu şımartıyordu, bunu ben de yapabilirdim. Yılbaşı alışverişine çıktım ve telekineziyle ilgili ne kadar kitap bulduysam hepsini satın aldım. Üstüne bir de, Carrie filminin DVD'sini hediye paketi yaptım ve yatağın altına sakladım. Ertesi gece, romantik bir yılbaşı yemeği sonrası, hediyeleri verecektim. Yalnız uyudum. Buna alışmıştım, Alp genelde masa başında, bardağına bakarken uyuyakalıyordu.
Önce, bana hediye almaya çıktığını düşündüm. Yemek hazırladım, aslında, hazır yemekleri ısıtmaktan ibaretti yaptığım. Mum yaktım, şarap açtım, mezeleri küçük Ikea tabaklarımıza yerleştirdim. Alp'in çok beğendiği, bit pazarında tesadüfen bulup aldığım kimonomu giydim. Hediyeleri masanın köşesine dizdim, keyiflendim. Alp'i beklerken bütün şarabı bitirdim elbette. Gelmedi. Bunun üzerine dışarı çıktım. Yılbaşı gecesiydi, Berlin'deydim, dışarıda bir yerlerde gidebileceğim, bana uygun bir parti bulabilirdim mutlaka.
Yağmur başladı. Üşüyordum, Alp'i özlüyordum. Cıvıl cıvıl olmasını beklerdim ama sokaklar boştu. Yürümeye devam ettim. Ayakkabımın topuğu kırıldı, zaten çok adi ayakkabılardı. Çıkarıp çıplak ayak yürümek geldi içimden, ama istesem de böyle şeyler yapacak kadar çılgın olamamıştım hiç. Ağlamaya başladım. O sırada, bir yandan birbirlerine sarılan, bir yandan da şeffaf bir yağmurluğu başlarının üzerinde dengede tutmaya çalışan eşcinsel bir çifte rastladım. Uzun boylu olan, baştan aşağıya siyah deriler içindeydi. Benim boylarımda olan ise takım elbiseliydi. Birbirlerinden farklıydılar ama birbirlerine aşık oldukları her hallerinden belliydi. Bir şekilde başarıyorlardı bu işi yürütmeyi. Onlara imrendim. Alp'le kendimi düşündüm, tüm zevklerimiz ortaktı ama sahip olduklarımızın değerini bilememiştik. Beni aralarına aldılar, yağmurluğun altında, iki erkeğin sıcaklığını hissetmek hoşuma gitti, yalnızlığım uçup gitmişti sanki. Gittikleri partiye –her neresiyse- beni de davet etmelerini diledim. Ettiler, ben de naz yapmadan, seve seve kabul ettim.
İşte yine, büfenin arkasında, en sevdiğim köşemdeydim. Kurtarıcım olan çift beni hemen unutmuştu. Loş ışıkta, plastik yılbaşı süslerinin ve japon güllerinin arasında, kendileri de birer süs gibi duran –çoğu kızıl saçlı, Fassbinder filmlerinden çıkmış gibi, abartılı jestler yapan- konukları uzun uzun inceledim. Viski içiyorlardı. Dans ederken çılgın bir pervane gibi havaya savurdukları kolları, neredeyse katılaşmış, ağırlaşmış duman tabakasını dağıtmaya yetmiyordu. Köşeme yapışıp kalmıştım, hareket edemiyordum. Eski püskü kimonomdan utanıyordum, evde kimono giymiş en az üç kız daha görmüştüm, hepsi de çok havalıydılar. Görünmez olmayı diledim, bir bakıma öyleydim de. Varlığımdan kimsenin haberi yoktu. Bütün partiler birbirine benziyordu. Tek farkla: Artık dibini göremediğim hiçbir yemeğe elimi sürmüyordum. Neredeyse bir saat boyunca, Mısırlı bir adam dışında kimse benimle konuşmadı. Siyah, uzun, yumuşacık saçları vardı, dövmemi beğenmişti. Avcuma küçük, şeker pembesi bir hap, yanağıma da ıslak bir öpücük kondurup gitti. Ev sahibi, kabarık saçlı, tütü giymiş bir kızdı. Dantel eldivenlerinin bile gizleyemediği yara izlerini –belli ki kanını akıtmaktan hoşlanıyordu– ilk bakışta fark etmiştim. Evi harikaydı, hayalimdeki evdi. Göz göze geldiğimizde el salladı. Gülüşü ışıl ışıldı. Kıskançlıktan ağlamak üzereydim, yine de, herkese gülümsemeye çalışıyordum.
Çoktan sarhoş olmuştum, ayaklarım yerden kesilmişti. Aralarına karıştım. Rastgele konuşmaya, tanışmaya, kahkahalar atmaya başladım. Bir ara Alp geldi sandım, ama gördüğüm kişi erkek bile değilmiş. Geri sayım başladı. On saniye boyunca, beni öpecek kimsenin olmamasının verdiği sıkıntıyı yaşadım. On saniye boyunca Alp'i özledim. Sonra bir şey oldu: Tütüler içindeki ev sahibesi, dudaklarıma yapıştı ve beni uzun uzun öptü, sonra gözlerini sarhoş gözlerime dikti ve mutlu yıllar, dedi. İsmi Csilla'ymış. 'Yıldız' demekmiş. Saçlarımı okşayınca, içimi heyecansız, huzurlu bir sıcaklık kapladı. Evimi beğendin mi?, diye sordu tatlılıkla. Çok tatlı olduğumu, çok mahçup bir halim olduğunu, bunun hoşuna gittiğini söyledi. Buraya taşın, beraber yaşayalım, sana çok iyi bakarım, dedi. Dediğine göre, tasarladığı oyuncaklardan epey para kazanıyormuş. Ayrıca çok iyi bir aşçıymış.
Neden bilmiyorum, oradan kaçtım. Koşarak eve gittim. Alp'in en umutsuz, en pişman, en karamsar haliyle beni beklediğini hayal ediyordum. Kimse yoktu. Paketler açılmamış, duruyordu. En azından denedim, diye düşündüm. Telesekreterin ışığı yanıp sönüyordu: Alp'in annesinden bir mesaj. Çocuk yapın, diyordu. Ve onu çok sevin! Onu sevmekten asla vazgeçmeyin! Ve ağlamaklı, sarhoş bir sesle, fısıldar gibi devam ediyordu, sana istediğin sevgiyi, ilgiyi hiçbir zaman veremedim oğlum, ne olur beni affet. İkinizi de öpüyorum, mutlu yıllar. Ve arkasından, hiç kesilmeyecekmiş gibi duran hıçkırıklar geldi. Birden dank etti. Üst kata çıktım ve kapıyı yumrukladım. Bağırıp çağırdım ama sesim milli marşı bastıramadı. Kapıda asılı melek biçiminde yılbaşı süsünü yere fırlattım, parçalandı. Tam umudu kesip kapının önünde devrilecekken, marş bitti. Ayak seslerini duydum. Eszter kapıyı açtı, çıplaktı. Memeleri, ondan ayrı birer canlı gibiydiler, beni öldürmek istiyorlardı. Üzerinden sular damlıyordu. Ağzı, aksanı gibi çarpıktı. Gözleri şehvetten koyulaşmış, simsiyah olmuştu. Ağzımı bile açmama fırsat vermeden, Agnes, dedi, kurtların ulumasına benzer bir sesle, kuzenim Agnes delirip kendini ormandaki kuyuya attı. Onu oradan çıkarmak için üç yetişkin avcı üç gün üç gece uğraştı… Kapı yüzüme kapanırken, Alp'i gördüm. Küvette, bebekler gibi uyuyordu.
Eşyalarımı toplamak için eve döndüm. Bir bakışım yetti, bakterilerle kaplanmış bardak, yere düştü ve paramparça oldu. Bavulumu alıp çıkarken, kendi kendime gülümsedim, artık yeni başlangıçlardan korkmuyordum.

Why did you turn off your tv?

Bugün çok gıcıktım ve çok sinirliydim. Herkesi üzdüm mü yine? Evden çıkarken 16 yaşındaki ergenler gibi babamla kavga ettim. Annem bu kavgayı özlemiş olmalı yok yok buldum bence annem benim babamla kavga etmemi özlemiş. Son zamanlarda babamla çok iyi anlaşınca annem yanlız kalmıştı. Oha beynimde 150 tane ampul yandı anda. Eureka! Demek annem ondan tripliymiş bana. Babamı seviyorum diye ona olan sevgimin azaldığını düşünmüş olmalı. Hay Allah! Evet ben bugün babamla kavga edince annem endişelenmiş. Her 10 dakikada bir aradı beni. Kıyamam! Neyse şimdi ben babamla küsüm, annem benimle barıştı. Bi de yemekte laf soktu bana çaktırmadan. "Baban hasta olmuş, ilgilensene babanla!"
İnsan psikolojisi ne kadar ilginçtir ya. Sen 55 yaşında bir kadınsın abi ama geçmiyor histerin. Dikkat çekme eğilimin azalmıyor. Hala sanki 5 yaşında bir kız çocuğusun. Sevgiyi paylaşamama durumu. Annem giderek anneanneme benziyor ne tuhaf.

İzmir'e yeniden kış geldi.! Dışarıda saatte 1000 km hızla esen bir rüzgar var! Üşüyorum.

Doğumgünüme de az kaldı. Bir beynim olsa onu toplar yazardım.

16 Mart 2010 Salı

ne işe meşgulsünüz?

Özel bir şirkette hemstır olarak çalışıyorum.

gibi!

Masanın altına sümük yapıştırmak gibi.

15 Mart 2010 Pazartesi

Getting tired as fuck when walking-1

Sabahın 7sinde uyanmam gerekirken babamın 6bucuktaki yakarışıyla fırlamışım ayağa. Yüzümde bir canavar maskesi vardı. Duş alınca o maske eriyip kanalizasyona karıştı. Sonra otobüs bekledik yol üzerinde. Eşme Seyahat! Yıllardan sonra ilk defa gidiyordum ineklerin ortalık yere sıçtığı sonra da tavukların o boklardan kendilerine pay çıkarıp kuluçkaya yattığı yemyeşil otlakların çevrelediği buz gibi suların oluk oluk aktığı köyümüze. Beni köyümün yağmurlarında yıkayabilirler, hiç sorun değil. Annemin 83 yılında mezun edip yeni bir geleceğe yolladığı öğrencilerinden Veli Koç beyfendi bizim yolumuzu aydınlatacak bir titrek ışıktı. Önümüze geçti, önce tarlalarımızı keşfe çıktı bizimle.
-Abey, buraları nasıl da verimli! Ah, burda ne ekseniz sizin bütün sülaleyi doyurur!
deyişi içimize su serpti, o suyun değdiği yerlerde yoncalar çıktı. Önce arazi karşılığı aldığımız yeni ineğimize gün doğdu. Sonra başladık cevizlerimiz için metrekare hesabı yapmaya. Ceviz dediğin 7 sene sonra baklavalara girecekti o vakit bir karar verdim. Babamın 30 senelik emeyinden arta kalan 33 metrekarelik dükkanını işletmek en büyük arzum oluverdi. Aslında ben bir cevherim maymun iştahlığımla. Ne yöne çeksen oradan uzar girişmci ruhum.
Sonra iki amcamdan yadigar 2 yengemi onlarında köyde kalan birer çocuklarını ziyarete gittik. Kuş sütü eksikli köy sofrasında, kasnak üstü yer masasında herşeyin taptaze olduğu enfes bir öğle yemeği yedik. (Koyunlarından olan kuzularıyla küçükken kalbimi fetheden, her gittiğimde bana bir kuzu armağan eden ama nasılsa o kuzulardan bir daha haber alamadığım amcamın en küçük kızı kocaya kaçtı 2 ay önce. Herkes kızgın güya ona. Ama herkes içinden diyor, iyi yaptın be kızım. Annesi geldi yanıma toprak kokusuyla. Dedi ki istersen bi ara Seçili. Bakalım ne yaparmış! Olur dedim. -Alo? Ben kimim? Nerdeyim? -Bilmem. Kimsin? Nerdesin? -Ben Işıl. Senin eski evindeyim. -Aaa! -Yaaa!. Sonra toprak kokusu geldi burnuma. Dedi ne yapıyormuş? Al konuş istersen diye uzattım telefonu. Havada kapıldı telefon. Ah nasıl da özlem var içinde. Dedi sakın abisine söyleme. Tamam dedim. Sonra abisi girdi içeri, annesinin konuşması bitince. Abisine sordum ister misin konuşmak. Olur dedi. Ama sakın anneme söyleme!)

Köyde yaşam garip. Günler kısa ama hayat çok uzun! İnsanlar cahil ama toprak bilgili! Hayvan çok ama verim yok. İş çok ama tembellik sarmış sokakları ve evleri!

14 Mart 2010 Pazar

The number of the beast

I left alone. My mind was black. I need a time to think! What did I see? Can I believe?

Anyway, bugün Dünya Pi Sayısı günüymüş. Hani ense kökümde varolan. Bir türlü sonu gelmeyen bir rakam.

Güzel günlerdi.

Ma! Please, don't cry!

Babamın şımarık kızı imajım annemin ruhunu mu zedeliyor nedir anlamadım. Bu iş kadını triplerimi çok saçma buluyor, hafiften öksürüklü ağlak yüzü kalbimin derinlerini acıtıyor. Ama ne yapsam annemi üzüyorum. Sorun ben miyim yoksa annem mi hala çözemedim. Onun bu mutsuz ruhu bütün enerjimi sömürüyor. Hiç bir şey yapmak istemiyorum. Diyor ki, kızım sen bunca sene kitapların arasında hayat buldun, okudun okudun e peki neden devam etmiyorsun okumaya. Neden bu kadar maymun iştahlısın? Evet ya. Neden maymun iştahlıyım? Ama bu benim anne. Ben senin kızınım. Sen beni benden daha iyi tanıyorsun! Ama şunu anlamadın bunca sene, ben devlet memuru olmak istemiyorum. Hayatta istediğim son şey devlet memuru olmak. Bırak hayatın akışı bizi doğru yere bıraksın. Ne olur daha da üzme kendini. Sorun nedir anlamıyorum. Sanırım, menopoz geriyor seni böylesine. Keşke elimden bi şey gelse. Keşke yaşlanmanı durdurabilsem. Hep genç kalsan sen. Eski neşeli resim olabilsen. Ama bil! Seni çok seviyorum.Bil bunu canım annem.

13 Mart 2010 Cumartesi

Don't let me be misunderstood!

Yok yok. Canım bi şeye sıkkın değil. sadece başım ağrıyor benim. ayrıca artık klavyeye bakmadan yazıorum.

take your makeup off! what da fuck!

Ne zaman makyaj yapsam, o zaman baş ağrısından duramıyorum. Neden ama? Acaba bende makyaj kanseri mi var? Vücudum sevmiyor mu boyayı? Nedir allahım? Ben güzelleşemez miyim? Peki babamın belgesel aşkı ne zaman biter? Moviemax benim olsa ya. oyf. guess'ten çok güzel bi yelek aldım. oğye.

gidip yüzümü yıkıyım. evet.

Let the game begin

Ne zamandır çılgın gibi iş arayıp bi baltaya sap olamayınca umutlarımın tükendiği noktayı işaretleyip sonsuz çizgi geçirmiştim o noktadan. Artık sabrımın sonunda halay çekiyor, sabrımın sonunda zırıldıyordum. Babam benim şımarık bir çocuk olmamda en önemli karakterdir, çünkü hala benim "yurtdışındaki" okuluma devam etmemi istiyor. Oysa ben çoktan vazgeçtim. Sıkılıyorum ben orda. Yaz da geliyor. Alemin soğuk sıçık ülkesine geri dönmek istemiyorum. 

Kinda feel sorry

Mortal Man Guided to Eternity

Ajda Pekkan bu kadar güzel olmasa, Ajda Pekkan diye bir kadın olmasa mesela Türkiye'de hayat ne kadar boş olurdu. İçi bomboş olurdu. Şarkılar anlamsız olurdu, sarı saç sadece Marilyn Monroe'ya yakışırdı. Süperstar kavramı anlamsızlaşırdı. Ah bir de dans edebilseydi! İki göbek atabilseydi. O zaman o Avrupai havası yerle bir olurdu. Bu kadın Türk mü? Hani bana soruyorlar "ben Avrupadayken", Türkler akraba evliliği yapıyor mu? Türklerden de sarışın çıkıyor mu?

Al sana Türk. Al abi. Hadi benim Türk olduğuma inanmıyorsun, Ajda Pekkan'a da mı inanmıyorsun? Güzel kadın. Estetik yaptırmış tamam. Sen de yaptır bakalım, olcak mı? Olcak mı lan. Malzeme güzel değilse, sen istersen Ömerden Ezele dön, olmaz! OLMAZ! Türk Estetikçiler Derneğinden aldım bu bilgiyi. Evet! Bilimsel bi insanım.

12 Mart 2010 Cuma

Türkin wird verarscht

Haftada 2 gün çalışıp dünya kadar para alan çok sevdiğim arkadaşım kırpık bana bi haber verdi. dedi ki git İEÜ bu sene sosyoloji bölümü açıyor. Hem masterını yaparsın hem hoca olursun. lan bundan iyi iş mi olur dedi! hemen okula telefon açtım. o da nesi o da nesi osuruk sesi!
meger sadece lisans programıymıs o. hem yuksek lisans içinde burs programları yokmuş. ya böyle olmuş.

babamla organik tarım işine giriyoruz hacı. bir inek alıcam. bir at. bir eşek. bremen mızıkacıları modunda. en güzeli.

gibi!

sabahın erken saatlerinde tepeciklimi kuruçaylımı dinlemek gibi.

11 Mart 2010 Perşembe

it is raining cats and dogs

Çok çok eski çağlardaydı. Yer gök birbine karıştı.
Gökten bir melek düştü, yağan yağmurlara tutunmaya çalıştı. Bilemedi yağmur damlaları riyakardır, onlar bulutlardan koparken bilemezler yere tane tane düşeceklerini.
Melek güzeldi. Teni çikolata rengindeydi.
Yağmur damlalarına tutundu, melek. Bilemedi yağmur damlalarının onu yeryüzüne bırakacağını.
Nice sonra yağmur damlaları kurudu, her yanı çamur kapladı. Melek, teninin renginde çamurla sıvandı. Vücuduna bir peri kondu. Peri usulca öptü meleği. Usulca temizlendi çamur. Melek periyi avucuna aldı. Biraz öptü, biraz kokladı. Sonra dudaklarını mühürledi. Epey zaman konuşmadı. Peri ağladı, gözyaşları meleğin kalbine çarptı. Sanırdı melek, onun kalbi yoktu. Ama perinin gözyaşları sudur. Su ve ateş, toprak ve hava bir oldu. Çabaladılar düşen meleği diriltmeye. Su perinin gözyaşıdır. Ateş meleğin kalbi. Toprak sıvanan çamur ve hava perinin nefesidir.
Meleği insan yapmak, ona can vermek için uğraştı 4 element. Dokuz ay sonra bir insan doğdu düşen meleğin yanağına saklanmış gamzeden. Adına Doğukan dediler. Doğunun hanı dediler.
Güneş doğudan doğdu. Yer ve gök birbirinden ayrıldı. Gökten bir güneş doğdu, yeryüzünü aydınlattı. Peri aydınlıkta kayboldu. Melek periyi unuttu. Peri kendi başına kaldı. Önce ışıldadı. Sonra uzaklaştı. Melekti doğunun hanı. Öyle büyük ve görkemliydi. Yeryüzü ısındı. Yeryüzünde Allaha inanan ilk kadını gördü. Allaha yakın melek onu sevdi. Adına Betül dediler. Yeryüzünde gün oldu. Günün yüzü varoldu adına gün-yüz dediler. Melek onu sevdi. Sonra bir kraliçe gördüğünü sandı. Zehirlerin kraliçesiydi. Adına Ece dediler. Melek onu sevdi. Sonra bir mavilik gördü melek. Uçsuz bucaksız bir mavilik. Adına Deniz dediler. Melek onu sevdi.

Peri, ortalıkta uçuşan şeytan tüylerine tutunup dünyaya çevirdi yüzünü. Bir süre sallandı rüzgarda. Kurtardığı meleğin adı soğumaya başlayan dilinde, ruhu incecik bir iple meleğin ruhuna bağlı... Uçtu gökyüzünde.

Sonra bir daha yağdı yağmur. Yer ve gök birbirine karıştı. Bu kez peri düştü yağmur damlalarına sarılıp. Melek onu unutmuştu ya, yağan yağmurları hatırladı. Periyi hatırladı. Avucuna düştü peri, tesadüf. Hani yoktu ya tesadüf. Peri avuçlarında uyanıverdi. Önce bir nefes. sonra bir nefes daha. Sessiz bir çığlık atıverdi meleğin kucağında. Melek gülümsedi. Peri canlanıverdi.

Bir zaman geldi. Peri ve melek bekledi o zamanı. Peri söz verdi. Melek sözü tuttu. Yer ve gök ayrılıcak birbirinden. Peri ve melek evlenecek bir zamanda. 2 çocukları olucak. biri kız biri erkek. kızın adı mey. oğlun adı od olucak.
mey aşkın içkisi.
od aşkın ateşi.